İnsan olma bilinci yittiğinde farklı bir tip oluşur. Bir milletin insanlığa sunacağı değer geleneklerinden, köklerinden yani Müslümanlar açısından Kur’an ve sünnetten oluşur. Müslüman’ın varlık sorunu değerler üzerine inşa olunur.
Nefret; insanı öteleme, dışlama, insan saymamaya götürür. İnsanı kazanmak yerine onu kaybetmeye dönük bir çaba olur. İnsanlığı kurtarma iddiasında bulunanlar insanı merkeze alınca ister istemez ona bir bütün olarak bakar. İnsan kazanma insanı hayata dâhil etme elbette zor. İnsan önce kendi yerini, konumunu yitirme gibi bir duyguya kapılır. Günümüz açısından insanın bencilliği sınır tanımazlığa götürüyor. Nedeni de önceliği kendine vermesi, kendi geleceğini düşünmesi. Belki de insan için en tanımlayıcı ve belirleyici tutum burada görülür.
İnsanlar birbirlerinin kuyusunu kazıyor deyimi tam da bunun için geçerli. İnsanoğlu gücü eline geçirince bunu lehine acımasız kullanabiliyor. Güç yitince ortada kalıyor. Belki buna en çarpıcı örnek Türkiye siyasasında bulunanların durumu gösteriyor. Geçmiş zamana ait olan, yaşanmışlıkların bugün için bir örnek olması gerekirken, tam tersi bir durum yaşanıyor. Sanki geçmişte hiçbir şey yaşanmamış hiçbir deneyim olmamış gibi olunuyor.
Sağ ile sol ideolojilerin o keskinliğini yaşayanların yerinde yeller esiyor. Şimdi bunun yerine oluşturulan yeni kavramlar ile başkaları alıyor.
Bir devlet, bir millet nefret üzerine kendini inşa edemez, ayakta duramaz. Nefret çok boyutlu sorunlar doğuruyor. Düşman kamplar ve çoğalan ayrılıklar, büyüyen uçurumlar bu anlayışın sonucu oluyor. İnsanı yok etmek kolay gibi görünüyorsa da asla yok olunmuyor. Ancak Batılıların yaptığı gibi tam anlamıyla bir soykırımla belki belli bir bölge etkisiz kılınabiliyor ama o da bir başka yerde boy veriyor.
Nefret ve öfkenin hayırlı sonuç doğurmadığı bir gerçek. Ancak belli bir kesim veya çevre, bir süreliğine ördüğü duvarların arkasında kendisini güvene alıyor. Sonrası zaten yeni felâketlerin habercisi.
Nefret ve öfke ile gözü denen kitlelerin oluşumu kendiliğinden olmuyor. Toplumun önünde olanlar bunun belirleyicileri ya da neden olanları. Alttakiler üstekilere ya da önlerinde yer alanlara bakarlar. Kitleleri kim sürüklüyorsa onlar kendilerini hesaba çekmeler gerekiyor.
Düşünce geleneğimizde yönetenlerin ya da önde olanların sorumlulukları ağır. Onlar her adımlarına ve davranışlarına, sözlerine dikkat etmelidirler. “Leb demeden leblebiyi” kavrayanlardan farklı bir davranış beklenemez. O leblebinin en sert ve taşlı olanını ağzında dolaştırır.
Yaşamakta olduğumuz süreç de bunu gösteriyor. Müslüman mezarlığına defnedilen birinin cenazesine bile tahammül gösterilemiyorsa vahametin korkunçluğu ortada.
Şu kültür ve düşünce toprağında yaşayanlar birbirlerinin buluşma noktalarını aramalıdırlar. Elbette hemen her kesimin kökeninde bu medeniyetin öyle ya da böyle ruhu var.
Bu öfke ve nefret insanımızın bir araya gelmesini, konuşmasını, engelliyor. İnsanlar bir aradalığı ile birbirlerine tutunabilirler. Büyük felâketler kapıyı çalınca artık geri dönüşü olmuyor.
Irkî, mezhebi, meşrebi, siyasal ve ideolojik bölünmelerin bize yaşattıkları az değil. Bunu sürdürmenin bir anlamı yok. Kaybeden gene biz oluyoruz. Bir milletin birbirine tutunacağı ortak değerleri var. Değerleri yok sayarak inat ve ısrarla sürdürmenin hiçbir karşılığı olmadı.
Bu milleti yeniden bir araya getirmenin çabası içinde olunmazsa, nefret yüklü söylemler ve davranışlar ancak başkalarının işine gelir. Niyeti ve yönü bozuk olanlara güç kazandırır. Söz sahibi olabilmek için sözünün değerli ve yerindeliği önemli. Boşa uçurulan nefret ve öfke yaydan çıktığı andan itibaren uçup gidiyor. Hedefini bulup bulmaması önemli değil. O bir kere yayından çıkmış oluyor bir daha da geri dönmüyor.