28 şubat en zararlı ve en utanç verici darbe girişimidir
Türkiye Cumhuriyeti siyasetinde iki farklı eğilim hep olagelmiştir. Birinci siyasal eğilim, statükoyu sürdürmekten yarar umanların, gerçek demokrasiyi içine sindiremeyenlerin, tutucu, yasakçı ve gerici politikalarından kaynaklanmaktadır. Bu zihniyet sahipleri tepeden inmecidirler. Halkı beğenmezler. Milletin değerlerini hor görürler. Modası geçmiş “kutsal devlet” yanlısıdırlar. Bu eğilimin belirgin özelliği devletçi, otoriter ve yasakçı olmasıdır.
İkinci siyasal eğilim, temelde milletin iradesini esas almaktadır. Hukuku kuvvetin emrine değil, kuvveti hukukun emrine vermek istemektedir. Hedefleri herkese demokrasi, herkese insan hakları ve herkese refahtır. “Demokratik devlet” yanlıları ideolojik devlete hayır, demokratik devlete evet demekte, hâkim değil hadim devlet, hizmet devleti olsun istemektedirler.
Statüko yanlıları ise bu konuların tamamını çağdaş standartlara, evrensel normlara göre değerlendirmek yerine, “Türkiye’nin kendine özgü şartları var. Değerlendirmeler ve uygulamalar bu özgü şartlara göre yapılmalıdırlar” dediler.
Statüko yanlıları; tek tip insan, tek tip yaşam tarzı, tek tip kültür, tek tip ideoloji ve tek tip düşünce anlayışına da sahiptirler. Hâlbuki toplumlar bir üniform yapı üzerine değil, farklılıklar üzerine kurulurlar. Hükümetlerin, devletlerin görevi bu farklılıkları ortadan kaldırmak değil, barış içerisinde bir arada yaşamalarını sağlamaktır.
Statükocu bazı gruplar, TSK içinde ve bazı sivil kuruşlarda cuntalar oluşturdular. Bu cuntacılar ve dış güçler Türkiye’de siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel, milli ve bağımsız gelişmelerden rahatsız idiler.
Bundan dolayı yeni bir Türkiye dizayn ederek toplumu kendi anlayışlarına göre yönetme ve kontrol etme, güçlerini güvence altına almak istediler. Bunu gerçekleştirmek için gerektiğinde askeri cunta eliyle 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 ve 28 Şubat 1997 darbelerini yaptılar. Bu darbelerle hem bireyler hem de topyekûn millet olarak ağır faturalar ödedik. Bu darbelerden en büyük zararı da ordumuz gördü. Bu darbeler döneminde ordudan toplam olarak 235 general, 6000 civarında subay, 400 astsubay, 1900 askeri öğrenci ihraç oldu.
SULTAN ABDÜLHAMİT HAN VE DARBELER DÖNEMİ
Bizim tarihimizde darbe geleneği Sultan Abdülhamit Han döneminde başlamıştır. Cumhuriyet dönemindeki bu darbelerde de ittihatçıların, “Devlet benim diyen vesayetçi zihniyeti” etkili olmuştur.
Silah zoruyla iktidara gelen, asker ve sivil üyelerinin büyük bir bölümü mason olan ittihat ve terakki fırkasının bağlıları, aynı zihniyeti taşıyan, önemli bir bölümü Batılı ülkelerin desteğiyle Avrupa’da yaşayıp faaliyette bulunan Jön Türkler meşrutiyet ve hürriyet için ülkede irticai gelişmeleri önlemek için mücadele ettiklerini iddia ediyorlardı.
Ama asıl hedefleri Batılı ülkelerle iş birliği yaparak Sultan Abdülhamit’i tahttan indirmek ve devleti ele geçirmekti. Bunun için suikastlar da dâhil her türlü gayri kanuni ve gayri ahlaki yola başvurdular. Mehmet Akif’in: “Üç beyinsiz kafanın derdine, üç milyon halk, bak nasıl doğranıyor? Kalk, baba, kabrinden kalk!” beytinde kullandığı “üç beyinsizler” sıfatıyla meşhur olan İttihatçı ve mason Enver, Talat ve Cemal paşalar orduyu siyasete soktular. Subaylar, ittihatçı ve itilafçı diye ikiye ayrıldılar. İç mücadelelerle gücü ve disiplini zedelenen ordumuz Balkan ve I. Cihan Harbi’nde yenilgiye uğradı. Böylece birkaç milyon kilometre kare olarak devraldıkları ülkeyi birkaç yüz bin kilometre kareye kadar düşürdüler. Osmanlı Devleti’nin adeta parçalanma noktasına gelmiş olması İttihat ve Terakki çetesinin gerçek yüzünü ortaya çıkardı.
28 ŞUBAT SÜRECİ
Cumhuriyet döneminde yapılan darbeler arasında 28 Şubat’ın müstesna bir yeri vardır. Bu darbeleri yapan veya destekleyen cuntaları ve darbelerin gerçek hedeflerini doğru bir şekilde belirleyebilmek için 28 Şubat Darbesi’ni detaylı bir şekilde incelenmesinde fayda var.
Bize göre 28 Şubat bu darbeler arasında en iyi planlanmış, en zararlısı ve en utanç verici olanıdır. Çünkü bazı mihrakların iddia ettiği gibi 28 Şubat’ta sadece siyasete müdahale edilmedi. Gerçekte cuntacılar ve dış güçler, Türkiye’de siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda meydana gelen milli ve bağımsız çizgideki müspet gelişmelerden rahatsız oldular ve bu alanların hepsine doğrudan veya dolayı müdahale ettiler. Peki, Millî Görüş’ün ve Erbakan Hoca’dan neden bu kadar korktular?
Erbakan, milletimize hafızasını, şanlı geçmişini hatırlattı. Onlara güçlerini, imkânlarını, coğrafyalarının önemini, tarihi mirasını gösterdi. Emperyalist şer güçlere karşı, “Hayır!” denilebileceğini, onurlu durulabileceğini gösterdi. İslam âlemine Siyonizm’in ve onun kontrolündeki Batı medeniyetinin gerçek yüzünü gösterdi.
Erbakan, İslami duyarlılığı olan kitlelere ve özellikle mütedeyyin hanımlara siyasi bilinç kazandırdı ve siyasi örgütlenmeyi öğretti. Onları siyasetin merkezine taşıdı ve Batı taklitçisi sağcı partiler içerisinde erimekten kurtardı. Böylece Anadolu’nun köylü, işçi, esnaf ve memur çocukları belediye başkanı seçildiler. Milletvekili, bakan, başbakan ve hatta cumhurbaşkanı olabildiler.
Erbakan, yabancılara hayır denilebileceğini, onurlu durulabileceğini gösterdi.
Erbakan, sömürgeciliğin yeni adı olan neoliberalizm ve küreselleşmenin ipliğini pazara çıkardı ve D-8’i kurdu. İslam Birliği’nin ilk adımını attı. Bütün geri kalmış ülkelere ve İslam coğrafyasına demokrasi seçeneğini gösterdi. Erbakan, bu ülkelerin baskı altında inleyen, aç bırakılmış insanlarına umut oldu.
1976 yılında, Erbakan Hocayla birlikte gittiğimiz Suudi Arabistan’daki bir toplantıda Hoca şunları açıklamıştı:
“II. Dünya Savaşı’ndan sonra galip devletler; BM, UNESCO, Dünya Bankası, IMF, NATO gibi milletler arası kurumları organize ettiler. Bu kuruluşların sadece Batılılara hizmet etmekte, hatta bu kuruluşlar aracılığı ile geri kalmış veya kalkınmakta olan ülkelerin sömürülmektedir. Kardeş Müslüman ülkelerle birlikte kendi; Birleşmiş Milletler’imizi, UNESCO’muzu, Dünya Bankamızı, Para Fonu’muzu ve birimimizi, savunma teşkilatımızı kurmalıyız.”
Erbakan Hoca, Dolar isimli yeşil bir kâğıtla sömürüldüğümüzü, buna karşı Müslüman ülkelerin de müşterek para sistemi olarak “İslam Dinarı”na geçmelerini tavsiye ediyordu. Bu tekliflerin Batılıları ne kadar ürküttüğünü tahmin edebilirsiniz.
Erbakan borçlanmanın, faizin, rant ekonomisinin sonunun olmadığını söyledi. Tüm engellemelere rağmen üretim ekonomisini savunarak ülkeyi ayağa kaldırdı. Böylece sanayicilere, tüccarlara, esnaf ve çiftçilere altın yıllarını yaşadı.
Erbakan, milletimize denk bütçeyi, enflasyonu düşürmeyi, borçlanmamayı, faizleri düşürmeyi ve faizsiz adil bir düzen kurulabileceğini gösterdi. Havuz sistemini kurarak milletin kanını emen rantiyenin hortumlarını kesti, yıllarca dönen haram tekerlerine çomak soktu. Rantiyeden kestiğini memura, işçiye, çiftçiye, emekliye, dula, yetime verdi.
Erbakan, milli bir dış politika hedefledi. Bu durum, Türkiye ve İslam ülkelerinin gelişmesi yönünden çok önemliydi. Mesela, 1974 Kıbrıs Zaferi. Uzun yıllar zafer hasretinde olan İslam âlemi, Kıbrıs Zaferi’nden sonra büyük bir özgüven yakaladı.
Post modern darbenin aktörlerini, Milli Görüş hareketinin önlenemeyen yükselişi de ürkütmekteydi. Şöyle ki:
1984 yılından itibaren yapılan yerel ve genel seçimlerde RP oyları sürekli bir şekilde artmaktaydı. 27 Mart 1994 yerel seçimlerinde, nüfusumuzun %60’ının yaşadığı yerlerde İstanbul ve Ankara da dâhil, altı büyük şehir belediyesi ve 324 il ve ilçe belediyesini RP kazanmıştı. Bu kadar yoğun engellemelere rağmen 28 Haziran 1996’da 54. Erbakan Hükümeti kurulabilmişti. Erbakan Hükümeti ve RP’li belediyeler çok kısa zamanda çok başarılı hizmetler ortaya koydular. 54. Erbakan Hükümeti icraatıyla devlet-millet kaynaşmasının en güzel örneklerini sergiledi.
Bütün bu sebeplerden dolayı gayri kanuni ve gayri ahlaki metotlarla Milli Görüş hareketini tasfiye etmek istediler. Bunun temini için organize bir muhalefet icat ettiler. Bu organize muhalefetini düzenlemek üzere de BÇG (Batı Çalışma Grubu) isimli bir teşkilat kurdular. Bir gazetecinin, “Batı Çalışma Grubu nasıl oluştu?” sorusunu Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak şöyle cevaplamıştı:
“O günlerde ülkede irticai faaliyetleri izleme, takip ve karışanların adalete rapor edilmesi adına, bir çalışma grubuna ihtiyaç duyuldu. Kuruluşun fikir babası Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Çevik Bir’dir. Adı, çeşitli önerilerin beğenilmemesi üzerine bizzat Çevik Bir tarafından konuldu.” BÇG’nin merkezi başlangıçta Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’ndaydı. Bu strateji merkezini başında da Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya vardı. Bu kuruluşun öncelikli amacı Refah-Yol Hükümeti’ni yıkmak ve ilerde Refah Partisi’nin tek başına iktidara gelmesini önlemek idi.
Erbakan’ın halkı ‘inanan ve inanmayan’ diye ikiye ayırdığını söylüyorlardı. Kara Kuvvetleri Komutanlığı tarafından yayınlanan şu talimat, gerçekte toplumda ayırım yapanların kimler olduğunu açıkça göstermektedir:
Kara Kuvvetleri’nin tüm personeli ve aileleri birer haber toplama vasıtasıdır. Onların elde edeceği her belge, bilgi ve haberin, silsileler yoluyla üst komutanlığa ulaştırılması emredilmiştir.”
11 Ocak 1997 günü Başbakanlık’ta din görevlilerine; Diyanet İşleri Başkanı ve Diyanet camiasının ileri gelenlerine, ilahiyat fakültesi dekan ve öğretim üyelerine ve halkın hürmet gösterdiği bazı hoca efendilere verilen Ramazan iftarını “cemaat liderlerine ve tarikat şeyhlerine verilen iftar” diye takdim ettiler. Ertesi günkü bazı rantiyeci medyanın manşetlerinde “Tarikat Şeyhleri Başbakanlıkta”, “Tarikatlar Konutta” yer almıştı. Bu iftarın, münhasıran tarikat şeyhlerine verildiği intibaı uyandırılmak isteniyordu. Erol Özkasnak da, “Erbakan’ın mollalara verdiği iftar yemeği bardağı taşırdı” diyordu.
11 Aralık 1996 tarihinden itibaren 11 gün Hürriyet, Milliyet ve Sabah gazetelerinde tam sayfa ilanlar yayınlandı. Bu ilanlarla halkın Refah-Yol Hükümeti’ne karşı çıkmaları hedeflenmişti. Genelkurmay’da yüksek yargı organlarının üyeleri, gazeteciler, bürokratlar, sivil toplum örgütleri gibi çeşitli gruplar için brifingler yapıldı. Her toplantı sonunda iştirakçiler, darbecileri ayakta dakikalarca alkışladılar. 4 Şubat 1997 tarihinde ise Sincan’da tanklar yürütüldü.
28 ŞUBAT'TAN SONRA TÜRKİYE İNİŞE GEÇTİ
Ordunun özellikle 28 Şubat döneminde siyasetin içerisine girişinin tipik bir örneğini de 28 Şubat’ta Sincan’da suç olduğunu bile bile, “Tankları ben yürüttüm” diyen Korgeneral İzzettin İyigün’ün açıklamalarıdır.
“Bu tankların yürümesinde Genelkurmay Başkanı Karadayı’nın ve o dönemde güçlü olan isimlerden Çevik Bir’in haberi yoktu. Karadayı yürüyüşten dört saat sora haberdar olmuş. Çevik Bir ise daha erken öğrenmiş ancak belki bu yürüyüşe engel olur diye Genelkurmay Başkanı’na haber vermemiş. Karadayı, dört saat sonra öğrenince önce çekinmiş, korkmuş bir darbe mi var diye. Çevik Bir darbe olmadığını söylemiş. Karadayı da, ‘Genelkurmay nasıl olur da benim haberim olmadan bu işlere girişir’ diye Çevik Bir’i iyice fırçalamış. Ancak iki saat sonra bize tekrar telefon açtı ve ‘Ne güzel yaptınız, hakikaten büyük bir başarı gösterdik. Hepinizin gözlerinden öpüyorum, tebrik ediyorum, gurur duyuyorum sizlerle’ diyerek yürüyüşe sahip çıktılar. Bir de üstüne kahraman oldular.”
28 Şubat Postmodern Darbesi’nde, patronlar kulübü TÜSİAD’ın yönlendirmesiyle kamuoyunda “5’li çete” olarak bilinen TÜRK-İŞ, DİSK, TİSK, TOBB ve TESK; Erbakan Hükümeti’nin düşmesi için büyük gayret gösterdiler. TÜSİAD, RP’nin yükselişinin nasıl önlenebileceğini tespit maksadıyla bir araştırma yaptırmıştı. Bu araştırmada özellikle 1983-1996 yılları arasında İmam Hatip okullarındaki ve Kur’an kurslarındaki okul ve öğrenci sayısındaki artışlar, aynı yıllar arasında vakıflar ve onlara ait yurt sayısındaki artışlar, cami sayısındaki artışlar ile “yeşil sermaye” diye adlandırdıkları Anadolu sermayesindeki değişim incelendi. Bu kurumlardaki artış ile RP’nin oy artışı arasında paralellikten hareketle bu şartlarda RP’nin 2000 yılı seçimlerinde %35, 2005 yılı seçimlerinde ise %66 nispetinde oy alabileceği tahmininde bulundular.
Bu durumda acilen bazı önleyici tedbirlerin alınması gerekmekteydi. Dolayısıyla TÜSİAD’ın öncülüğünde bu kuruluşlar ve bazı medya patronları 11 Aralık 1996’da Atina’da bir toplantı düzenlediler. “Türk-Yunan İş Adamları Toplantısı” şeklinde kamufle edilen toplantıda araştırma raporunda teklif edilen tedbirleri ve bunların uygulanmasını müzakere ettiler.
“Brifingci Paşa” diye isimlendirilen ve bazı çevrelerce 28 Şubat’ın “kara kutusu” kabul edilen Genel Kurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak “irtica ve laiklik” bahaneleriyle televizyonda şunları söylemişti:
“O dönemde bize yaranmak için kimler gelmedi ki! Biz talep etmememize rağmen destek verdiler. O anlı şanlı bazı gazeteciler, siyasetçiler, medyada 5’li çete diye anılan TOBB, TİSK, TÜRK-İŞ, DİSK, TESK gibi sivil toplum örgütlerinin patronları, büyük sermayenin bazılarının temsilcileri, bürokratlar, bazı yüksek yargı mensupları…
Bütün darbe ve muhtıralar, ülkenin birlik ve beraberliği, yasal düzeni, can ve mal güvenliğini sağlamak amacıyla hiç istenmediği halde, halkın büyük çoğunluğunun arzusu doğrultusunda yapılmak zorunda kalınmıştır. Bu 28 Şubat, o kadar Türkiye bakımından faydalı ve önemli ki, eğer biz 28 Şubat’ı yapmasaydık şu 18 Nisan seçimlerinin neticesi böyle olmazdı.”
Bu sözler üzerine Fazilet Partisi Grup Toplantısı’nda Anayasa’yı çiğnediklerini itiraf edenler için savcıları göreve çağırmıştım.
Yine Özkasnak, “28 Şubat kararlarını dönemin başbakanı birkaç gün imzalamadı. Bu süre içinde dönemin MGK Genel Sekreteri ikna için uğraştı. Sonunda MGK kararlarını imzalamadı. Ama kafasında olabildiği kadar bu kararları sulandırmak vardı.
Takip eden iki MGK toplantısında başbakan, MGK kararlarını uygulama adına hiçbir adım atmayınca işte o zaman harekete geçildi. Genelkurmay olarak Türkiye’de irtica tehlikesini açıkça gözler önüne sermek için bir seri bilgilendirme toplantıları ve brifingler yapıldı. Kamuoyu ve sivil toplum örgütlerinde duyarlılık oluşturuldu.
Sonunda, başbakan yine bir ara yol bulup zaman kazanmak amacıyla hükümeti ortağına devretmek istedi. Ama bu oyun, Çankaya’dan döndü. Ancak sonrasında bugünlere kadar geldiğimiz hatalar zinciri başladı. Müteakip hükümetler, MGK kararlarını uygulamada yetersiz kaldı.”
Bu darbeler yapılırken gerekçe olarak kullanılan irtica ve laiklik Osmanlı döneminde de gündem olmuştur. Yani yeni bir argüman değil. Mesela hiciv şairi Şair Eşref şöyle ifade buyuruyor:
“Dolanıp durma derununda, yıkıl git yoksa mürtecidir diye ey gam seni ihbar ederim.”
28 Şubattan sonra Türkiye tam bir inişe geçti. Ekonomik kriz, yolsuzluklar, banka hortumlamaları, işsizlik, bir günde %80 fakirleşme olunca irtica ve laiklik iddialarının yalan olduğu ortaya çıktı.
28 Şubat’ın aktörleri, “28 Şubat 1000 yıl sürecek” diyorlardı ancak öyle olmadı. Yeşil sermaye saplantısı ile kebapçılara, kokoreççilere kadar herkesi fişlemişlerdi. Ama batık bankalara, hortumcu holdinglere danışman olmalarında hiçbir mahzur görmüyorlardı.
Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya, diğer komutanlarla birlikte Cumhurbaşkanı Demirel’i ziyaretlerinde, “Aşırı dinci akımlar bugün, PKK tehdidinden daha büyük bir tehlike haline gelmiştir. PKK tehdidi ikinci plana düşmüştür. İrtica PKK’dan daha tehlikelidir” demişti.
Habitat 2 Konferansı’na katılmak üzere Türkiye’ye gelen İsrail Cumhurbaşkanı Ezer Weizman, İstanbul’a varışında pervasızca şu açıklamalarda bulundu: “Türkiye’de laik güçler bir an önce toparlanmalıdır. Aksi takdirde Refah Partisi iktidara gelecektir. Bu da İsrail’i rahatsız edecektir. Yakın dostum Demirel, RP’yi engellemek için elinden geleni yapacaktır.”
Fransa Yüksek Mason Konseyi ise Türkiye Mason Locası üstadı Necip Arıduru’ya gönderdiği mektupta şu talimatları vermişti:
“Refah Partisi’ni iktidarı bırakmaya mecbur etmek için, gerekli bütün tedbirleri alınız. Refah Partisi’nin iktidarının tamamen yok olması ve seçmenlerinin ümitlerini kaybetmesi ile neticelenebilecek siyasi bir konjonktürü oluşturunuz. Refah Partisi’ne destek veren İslami basını; ekonomik, siyasi ve adli baskı yoluyla görevini yapamaz hale getiriniz.”
Halkımızın çok yakından tanıdığı gazeteler ve televizyonlar da hiç vicdanları sızlamadan bu sözleri manşetlere taşıdılar. Şimdi aziz milletimiz, bu iddia sahiplerine ve bu iddiaları manşetlerine taşıyan medya patronlarına soruyor: “Geçen süreç sizleri mi haklı çıkardı, yoksa Erbakan Hocayı mı?”