Necmettin Erbakan’ı ve 28 Şubat’ı doğru anlamak - 1

Abone Ol

27 Şubat 2011 tarihinde emsali görülmemiş muhteşem bir kalabalığın dualarıyla rahmet-i Rahman’a uğurladığımız Milli Görüş Lideri Necmettin Erbakan Hocamızı vefatının sene-i devriyesinde anmak ve ahde vefa göstermek üzerimize bir vecibedir. Böyle bir vesile ile Hocamızı anlatmak benim için en büyük onurdur. Cenab-ı Hak’tan kendilerine rahmet ve mağfiret diliyorum.

Merhum Hocamızla 1947 yılında İTÜ’deki talebelik dönemlerimizden başlayan bir beraberliğimiz oldu. İyi günlerde, zor günlerde mücadelemizin her safhasında, hatta yaklaşık bir yıllık hapishane hayatında bir arada bulunduk. Bizlere ömrümüzü bereketlendiren böylesine dava arkadaşlığı nasip ettiği için Rabbimize sonsuz şükürler ediyorum.

Malum olduğu üzere Hocamızın vefatı ile Milli Görüş’ü tarihin sayfalarına gömmek isteyenlerin gerçekleştirdiği ve ülkemiz için bir kara leke olan 28 Şubat postmodern darbesi aynı günlere rastlamaktadır. Bu yönleri ile bir yandan Hocamızı anarken diğer yandan yapmış olduğumuz mücadelenin dile getirilmesi adeta bütünleşmiştir. Dolayısıyla Erbakan Hoca’yı anmak, sadece birtakım anekdotlar anlatmak ile değil, onun bizlere emanet etmiş olduğu Milli Görüş davasını ve mücadelesini doğru bir şekilde anlamak ile mümkündür.

Erbakan Hocamız 85 yıllık ömründe sadece Hakk’ın rızasını kazanmak, yeryüzünde hakkı hâkim kılmak, “Yaşanabilir Bir Türkiye”, “Yeniden Büyük Türkiye” ve hak ve adalet temelli “Yeni Bir Dünya” kurmak için var gücü ile çalışmıştır. Kendi tabiri ile “cihat” farzını yerine getirmek için gecesini gündüzüne katmış ve Türkiye gemisinin Batı’ya dönük rotasını milli yöne döndüren emsalsiz bir lider olmuştur. O sadece Türkiye’yi değil, İslam âlemini de etkileyen bir önder idi.

Kuveyt’te toplanan “Türk-Arap İlişkileri Konferansı”, Sudan’da toplanan “Türk-Afrika İlişkileri Konferansı” ve Erbakan Hocamızın üstün gayretleriyle 1992 yılından beri kesintisiz gerçekleştirilen “Müslüman Topluluklar Birliği Kongresi” toplantılarında Müslüman ülke temsilcilerinin Erbakan Hocamıza gösterdikleri ilgi ve saygı gözlerimi yaşartmıştır. Söz birliği etmişçesine hepsi, “Erbakan sadece Türkiye’nin değil, bizim de liderimizdir.” diyorlardı.

Tunus Nahda Hareketi Lideri Raşid Gannuşi, “Erbakan benim de hocalarımdan biriydi. Ondan çok şey öğrendim.” Hamas Lideri Halid Meşal, “Bize göre Erbakan, ikinci Abdülhamid’dir.” Yusuf el-Karadavi, “Erbakan hayatı boyunca Müslümanlara önderlik etmiş, İslam ümmetinin uyanış ve dirilişinde büyük hizmetler yapmıştır.” Mısır İhvan-ı Müslim Lideri Mehdi Akif, “Ben onu takvasıyla, ilmiyle, fikir ve projeleriyle Allah’ın bu asra gönderdiği bir müceddit olarak tanıdım.” Fas Başbakanı Saadeddin Osmani, “Erbakan bizim de liderimiz idi.” ifadelerinde bulunmuşlardır.

Önüne dünya çapında bir ilim adamı olabilme, büyük servetler kazanabilme, rahat ve huzurlu bir hayat (!) gibi dünyanın olanca nimetleri serilmiş iken o şuurlu bir Müslüman sorumluluk anlayışıyla zoru yani cihat yolunu seçti. O İslam’ın sadece namaz, oruç, hac gibi bireysel ibadetlerden ibaret olmadığını, cihadın ise en büyük ibadet olduğunu söyledi. Şartlar ne olursa olsun hakkın hâkimiyeti için çalışılmasını, nefis terbiyesinin esas alınmasını ve maneviyatçı olmayı öğütledi.

“Namaz dinin direği, cihat ise zirvesidir.”, “Biz siyaset değil, cihat yapıyoruz.”, “Cihat; hakkı, iyiliği, adaleti hâkim kılmak için takatinin sonuna kadar gayret göstermektir.” derdi. Bu inançla takatinin sonuna kadar çalışır, yorulma nedir bilmezdi.

Erbakan Hoca, çok iyi bir İslami terbiye almış, son derece nazik bir şahsiyetti. Muhatabına mutlaka “siz” diye hitap eder, hiçbir zaman “ben” demez, daima ceketinin önünü ilikli tutar ve hiç ayak ayaküstüne atmazdı. Samimi bir dindar ve ehli tarik idi. Allah lafzını hiç dilinden düşürmez, önüne beyaz bir kâğıt alıp yazmaya başlamadan önce kâğıdın sağ üst köşesine mutlaka besmele yazardı. Yaptığımız her toplantıyı mutlaka “Fatiha” ile açar, “Fatiha” ile kapatırdı.

“Ben Lider Oldum” demekle lider olunmaz. Erbakan hocamızın hayat çizgisine bir bakınız. Cenab-ı Hakk’ın lütfuyla adım adım liderliğe yükseldiğini görürsünüz. Aileden iyi bir İslami eğitim aldı. Eğitim hayatı hep birinciliklerle geçti. Liseyi birincilikle bitirdi. İstanbul Teknik Üniversitesine birincilikle girdi. Giriş imtihanında gösterdiği büyük başarıdan dolayı eğitime ikinci sınıftan başladı. İTÜ’den birincilikle mezun oldu. Bu başarıların temelinde Hoca’nın Cenab-ı Hakk’ın lütfettiği muhteşem zekâ ve hafızası, inancı, sabrı ve azmi vardı.

Henüz lisede öğrenci iken İstanbul’un büyük âlimi Hüsrev Hoca’dan ders aldı. İTÜ öğrenciliğinden itibaren de art arda üç büyük mürşitten  (Hacı Hasip Serezi, Abdülaziz Bekine ve Mehmet Zahid Kotku) feyz aldı. Böylece maddi ilimlerdeki başarılarına ilaveten güçlü bir İslami altyapıya da sahip oldu. Halkımızın büyük bir bölümü böyle bir liderin değerini çok iyi anlamış ve ona en yakışan ve uyan “Mücahit Erbakan” ve “Erbakan Hoca” sıfatlarını lâyık görmüştür.

Erbakan Hocamızla 1947 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi’ne girdiğimde tanıştım. O son sınıf öğrencisi idi. İTÜ binasının arka bahçesindeki terk edilmiş bir bekçi binasını mescit haline getirmişlerdi. Orada hem namaz kılınıyor hem de sohbet yapılıyordu. Nüktedan ve esprili söylemi olan, sempatik ve duygusal bir insandı. İlk tanışmamızda şık giyimli, ince yapılı, zarif kişiliği ve konuşma tarzıyla beni etkilemiş, onun sıradan biri olmadığı intibaını almıştım.

Fatih Zeyrek’teki Ümmü Gülsüm Mescidi’ne yatsı namazı için arkadaşlarımızla birlikte gittiğimizde mescidin imamı Abdülaziz Bekkine’nin evinde sohbete kalırdık. Sohbete katılanlar arasında gayet müeddep bir şekilde yer minderine oturmuş Erbakan’ı da görürdük.

İTÜ’yü birincilikle bitirip İTÜ Motorlar Kürsüsüne asistan oldu. Bir süre sonra üniversite onu Almanya’ya gönderdi. Almanya’da çok kısa bir sürede biri doktora olmak üzere üç tez hazırladı. Doktora tezi Alman ilim çevrelerinde büyük yankı uyandırdı. 1953’te 27 yaşında Türkiye’nin en genç doçenti oldu. Almanya’dan dönüşte hep, “Bizim Almanlardan ne eksiğimiz var? Niçin biz kendi yerli motorumuzu yapmıyoruz.” diye dertlenirdi.

Abdülaziz Bekkine’nin vefatından sonra yerine geçen Muhammed Zahid Kotku’nun tavsiyeleri ile 200 ortaklı Gümüş Motor Şirketini kurdu. Fabrika, 1960 yılında imalata başladı. Ama bu milli tesisi batırmak için ithalatçı ve montajcı bazı firmalar her türlü engelleme gayretinde bulundurlar. Dolayısıyla Türkiye’nin ilk yerli motorunu yapan bu fabrika daha fazla dayanamadı ve yerini Pancar Motor’a devrederek imalatını sürdürdü.

Türkiye’nin sanayileşmesinde Türkiye Odalar Birliği önemli imkânlara sahipti. Özel sektöre tahsis edilecek dövizin dağıtımı, Odalar Birliği tarafından yapılıyordu. O güne kadar bu kısıtlı imkânlar çoğunlukla İstanbul’daki büyük firmalara gitmekteydi. Bu imkânları, ülke yararına daha iyi kullanabilmek amacıyla Erbakan Hoca, sırasıyla bu kurumda Sanayi Dairesi Başkanı, Genel Sekreter ve Genel Başkan olarak görev aldı. Döviz dağıtımını, hazırladığı adil bir puanlama sistemiyle yapmaya başlayınca Anadolu’daki küçük sanayi şirketleri de dövizden pay sahibi oldular. Bu da onların kısa bir sürede gelişip büyümelerini sağladı.

İstanbul çevresindeki bazı büyük sermaye grupları bundan rahatsız idiler. Onların gayretleriyle Odalar Birliği genel kurulunda Genel Başkan seçilmiş olan Erbakan, Demirel Hükümeti tarafından polis marifetiyle görevinden uzaklaştırıldı.

O dönemde bütün Türkiye sathında şu konularda konferans veriyordu: İslam ve İlim, Milli Eğitim, Milli Sanayi, Ortak Pazar... Diğer önemli ülke sorunları hakkında da konferanslar verdi. Delilleriyle gelişmiş olan bütün ilmi gerçeklerin İslam âlimleri tarafından keşfedildiğini, gerçek anlamda bir milli eğitim, milli sanayi, lider ülke kalkınmasının nasıl olacağını anlatırdı. Vatandaşlar da hayretle dinlerdi. Bu konferanslar ile aslında inancımıza, tarihimize, kültürümüze sahip çıkmamızın telkini yapılıyordu. Bu çok yoğun ve zor çalışmalarla ileriki yıllarda İslami duyarlılığı olan kitleler bir araya gelmeye başladılar.

Bu tecrübelerden sonra çevreden yapılan ısrarlı baskılar ve siyasi gücün öneminden dolayı 1969’da Konya’dan bağımsız aday olup üç milletvekili çıkarabilecek oyla parlamentoya girdi. 1969 yılında çok zor şartlarda ilk seçim çalışmalarına başladığında Konya’da yaşlı bir zat kendisine, “Hoca! Doğru şeyler söylüyorsun. Lakin bir çiçekle bahar gelmez ki!” demişti. Hocamız da tarihe geçen şu cevabını ilk orada vermişti, “Bey amca! Sen de doğru söylüyorsun. Evet, bir çiçekle bahar gelmez. Ama unutma ki her bahar, bir çiçekle başlar.”