Ev sahibi Yavuz’u bastıran yavuzlar
Bir tarihci dostuma sorduğumda, “Ben Harem-i Şerif’in maliki değil, hadimiyim” diyen Yavuz Sultan Selim’in Hazreti Resul-ü Ekrem’e olan aşkını yansıtan bir menkıbe olduğu düşünülmelidir, demişti.
Sosyal medyada paylaşılan menkıbe türü bir rivayet konumuz. Çok fakir bir adam borçlarını ödeyemeyince zora düşmüş ve soluğu Selim Han’ın yanında almış. İstediği bir kese altın. Padişah, neden diye sorduğunda, zenginken fakir olduğunu, borç batağından kurtulamadığını vurguladıktan sonra, geçen geceyi şöyle anlatmaya başlar: “Dün gece herkesin yattığı, o mukaddes teheccüd saatinde kalktım, iki rekat namaz kıldım.” Sonra dua, sonra uyku ve uykuda görülen rüya..
Hikayenin başında “çok fakir” olduğu söylenen eşraftan Mehmet, padişahın her sorusunu Mehmet amca olarak cevaplıyor. Kucağında da 17000 altın..
Tamamını anlatmak istemediğimiz bu menkıbe, padişahlarımızın peygamberimize olan sevgisini genç nesillere anlatmak için kurgulanmıştır, düşüncesine katılmamız mümkün değil.
Bir ihtiyaç sahibinin bir rüya gördüm diyerek, bir Sultan’ın karşısına hemen çıkacağı, herkesi yatmakla suçlayacağı ve fakat kendisinin farkını anlatacağı, Sultan’ın da hazinenin üstünde oturuyormuşcasına kese kese altın vereceği hikayesi, başka hangi niyetlerle üretilmiş olabilir, sorusuna bizi götürürse, yüklenmediği görevinden yakalamış oluruz menkıbeleri, anlatıları, rivayetleri, olayları..
Düşünmezsek, “Evet” deriz, ama düşünürsek “Hayır” diyeceğimiz bu okumadan bir başka sosyal medya kandırmacasına varalım.
iş bitiricilikleri genlerine işlemiş
“Erbakan Hoca’nın son zamanlarında bir talebesi sorar: Hocam bu iş bitti mi? Başaramadık mı?”
Algı operasyonuna böyle başlamasıyla zeka özürlülüğünü tescillendiren bir Aktrole ihtiyaç duyuyorsa bir iktidar, zayıf karnını göstermiş olur aleme?
Gerçi bu durumu anlamak için de zekanın ne olduğunu tanımaları, bilmeleri gerek.
Erbakan Hoca’nın son zamanları ve bir talebesi..
Erbakan Hoca dersane mi açmıştı, yoksa üniversiteye mi dönmüştü?
Talebe, ha talebe..
AKP kurucularının ve seçilmişlerinin ve ülkeyi idare edenlerin meseleleri yeteri kadar bilmediklerini, bir programlarının olmadığını anlatmak için rahmetli Erbakan Hoca’mızın, “Onlar arka kapıdan kaçan talebelerdir” misalinden yola çıkmış olmalılar. Lakin talebe sıfatından kurtulma çabaları da gözlerden kaçmıyor.
Talebe dediği Hoca’nın yanındadır.
Sorusu ise, Yassıada savcılarını katlayacak suçlama kurnazlığından birkaç ton yüklü. Üstelik itirafa zorlayan işkence aletleri de hazır.
“Bu iş bitti mi?”
“İş” dediği ne?
Odalar Birliği’nden beri resmen sürdürülen siyasi mücadele..
“Önce ahlak ve maneviyat” sloganıyla yılları kaplayan bir siyasetçiye, ülkesini fabrikalar yapan fabrikalarla donatmış bir siyasetçiye “iş”in bitip bitmediği sorulurken, istedikleri itirafın kopyası da veriliyor.
“Başaramadık mı?”
Tahayyül etmeye çalıştıkları alçaklığın boyutu kapsama alanlarını kaplamış da farkında değiller. Zeka özürlülük demiştik ya..
Bir Aktrolün algıya başlarken yazdığı bu iki satırı okuyan insanların ilk rauntta sürekli yumruk yiyen yapılmaları tesadüf değildir.
Kenar yönetiminden sen de “karaciğerine çalış” taktiği gecikmeyecektir ve hemen toparlanacaktır. Zira konuşturulan Erbakan Hoca’dır.
“Erbakan Hoca: Hayır evlat, plan tıkır tıkır işliyor.”
Rahmetli Erbakan Hoca böyle demişse, teferruatını okumaya dahi gerek yok. Her şey yolunda demektir. Lakin yine de zahmet buyurup izah ediyor görevli aktrolcü beyimiz.
4 bölümden oluşan 10’ar yıllık plan yapılmış. Referandumdan sonra 4. Döneme giriyormuşuz.
30 sene(!) ne çabuk geçmiş? Planlanan neler yapılmış, bitmiş? Gibi sorulara.
15 Temmuz ve FETÖ neresindeymiş bu planın, bir Aralık ayının o ünlü aralığından kim içeriye girmek istemiş? Gibi sorulara,
Cevap olmasada Aktrolun bu algısında, “28 Şubat’ta Erdoğan’a açılan kapı” denilerek bir sahip çıkma, bir ortaklık kurma ifşasından da geri durmuyorlar.
“28 Şubat bin yıl surer demişlerdi ancak bugün TSK’da başörtüsü serbest bırakıldı.”
Bu iddia cümleleri ise kafalarının ne kadar karışık olduğunu gösteriyor. 28 Şubat iyi mi, kötü mü? Bir kararları yok.
TSK’da başörtüsü serbest bırakıldı diyorlar, televizyonlarında 28 Şubat’ta başörtüsü çıkarılan hemşire kızımızın filmini döndürüp duruyorlar. Yine gelebilirler ha, korkularını saklamadan..
Rahmetli Erbakan Hoca’mızın üzerinden “Bakın biz bir talebesini öttürtdük” mealli algı yazılarına ihtiyaç duyuyorsa bir iktidar partisi, demiştik.. Israrcıyız!
Zayıf karınları ifade özürlü olmalarıdır.
Algıcı kalemşorlarının zeka özürlü olmasının ıspatını da böyle yazdık. 28 Şubat’ın Aydın Doğan karteli + FETÖ kollektif şirketine, ortak olup Anonim’leştirmeyi hemen şimdi istiyorlar. 16 Nisan’dan sonra fırsatlar mı olmayacak?
Sular donsun, amerika yol olsun
Talebeliğimle gazeteciliğimi birlikte yaşadığım MTTB yıllarımda ÇATI gazetesini bastırdığım “Bab-ı Ali’de Sabah” gazetesindeki bir sohbette bir yazar ağabeyin anlattıklarından şunlar kalmış aklımda.
Anadolu’da memurluk yaptığım zamanlarda gazetemizde yer alan “İstanbul’da su kesintisi var, sokak lambaları yanmıyor” gibi şehir haberlerine karşı dururdum. Uzaktaki bizleri niye ilgilendirsin gibi bir düşünce yapımız vardı. Ama şimdi yaşayınca anladıkki İstanbul’u hep yazmak gerekiyormuş.
Hareket yerim benim de bu nokta işte. Tanık olduğum iki olayı, olaki insanımıza bir ön bilgi olur umuduyla burada yazıya dökmemin şart olduğuna inanıyorum.
Önce resmiyete intikal etmiş olanı..
Ocak ayının ilk haftasından bir gün. Gazeteye varmak için Sefaköy’de metrobüsten indim. Döne döne yürüdüğümüz geçidin karşısında bir umumi tuvalet faaliyette idi. İhtiyaç var, uğrayayım derken, önündeki alanda yaşlı bir adam hem kıvranıyor, hem arkadaşı ile sohbet eden belediye görevlisi forması giymiş insana bağırıyor: Nereye gideyim, nasıl gideyim. Burada ihtiyacımı giderebilirim diye indim geldim metrobüsten. Yazıklar olsun!
Elbette o ihtiyar insanımızın cümleleri böyle kitabi değildi ve daha sertti ama, anlaşılsın diye böyle yazdım.
Sonra bu olayı, o metrobüs durağına 200 metre uzaklıktaki Belediye’nin Beyaz Masa’sına yazdım. Hem de ne kadar uğraşarak.. Şikayet hattını kullananlar iyi bilir. Bir ikindi vakti, yakınlarında bir başka ihtiyaç giderme yeri olmayan ve belediyelerin hizmet olsun diye yaptıkları bir tuvaletin kapalı tutulmasının hiçbir gerekçesi olamayacağını, para alınan turnikelerinin çalıştığını da vurgulayarak sayın yetkililerimize bildirdik.
Cevap, Şubat ayının bir gününde geldi. Konunun Büyükşehir’i ilgilendirdiği ve oranın ilgili A.Ş.’si ile görüşüldüğü yazıldıktan sonra, bize söyleneni, biz de size aktarıyoruz denmiş.
“Olumsuz hava şartları suların donmasına neden olmuştur.” Pasif kalma ondanmış, teknik işler birimleri çalışmışlar vesaire..
Cevaba bakar mısınız?
Bir ilçe belediyesi üstünden Büyükşehir Belediyesi bunları söylüyor. Olumsuz hava şartları..
“Sen herkesi kör, alemi sersem mi sanırsın?”
Bir internet programına o tarihi yazıp hava nasıldı diye sormayan ve o gün termometrelerin 9 santigrad dereceyi gösterdiğini öğrenmeyen o cevap verici uzman kişilerimiz Ziya Paşa’yı mı bileceklerdi?
Sular donmuştu, diyerek işin kolaycılığına kaçma değil bu durum. Halleri bu, kapasiteleri bu.
Hani, 15 Temmuz’da neden Amerika’da idin, neden dönmedin diye sorulan ünlü Başkanımız K.Topbaş bey ne demişti o günlerde?
“İstanbul’da olsaydım, sokağa mı çıkacaktım?”
Aradan 6 ay geçtikten sonra ise ne dedi sayın Başkan gazetecilere? Hatırlayalım..
“15 Temmuz’u ben Amerika’dan telefonla idare ettim. Başarıda payım vardır.”
Diyorumki, sayın Başkan’a aylar sonra bu cevabı verdiren uzman danışman kişidir bize de sular donmuştu diyen. Nasıl olsa bizim o günü güneşli bir gün diye hatırlamamızın önemi yok. Sayın Başkan’a da telefon kayıtlarını bir görsek, diyecek yok medyacıların arasında..
Herkesin, herşeyden haberli ve farkında olduğunu bilsinler diye anlattığımız bu yarı resmi olaydan, taksili bir gayri resmi olaya gidelim.
Taksicilerinden belli olur bir şehir
Mahallenin bakkalındayım. Bakkal elindeki on liralık banknotları gösteriyor. Kenarlarından biraz koparılmış.
“Son günlerde arttı bu durum. Almasam olmuyor. Bankaya götürdüğümde ne olacak bilmem.”
Cami cemaatinden simaen tanıdığım o caddeli bir insanımızda oradaydı. Elindeki gazetenin bizim gazetemiz olduğunu görünce sevinmiştim. Tanışsam mı diye düşünürken, o söze giriverdi.
“Taksiciler” dedi. “Bunu yapan onlar.”
Anlattığı olayı yanında eşinin, elinde paketinin ve kafasında bir sıkıntısının olduğu bir günde yaşamış.
“Yakın mesafede 9 lira alıyorlar. Belediye kararı böyle. 10 lira verdim. Kapıyı açarak indiğimizde ben verirse 1 lira para üstünü alacağım. Bana seslendi, amca bu parayı değiştir, ucu kopuk. Şaşırmıştım ama aldım. Cüzdanımdan 50 lira çıkardım verdim. O arabayı biraz kenara çekti. Para üstü verirken trafik sıkışmasın istiyor sandım. İçerden yine seslendi. Bu 5 lirayı niçin verdin? Ben 50 lira verdim diyemiyorum. Yağmur çiselemekte. Çıkardım cebimden bir 5 lira daha verdim. Halbuki ben cüzdanıma hiç 5 lira koymam. Yani böyle bir olay yaşadım, bu 10 lira da o günden hatıra.”
İstedikleri zammı alan taksicilerimizin taksilerine binerken, cep telefonumuzla plakası yazılı yüzlerinin resimlerini mi çeksek? Onlara vereceğimiz paraların yırtık olmadığını ispat için resimleri de olmalı telefonlarımızda. Belki o zaman yırtık paralar da azalır, Pratik halleri yavaşlamış yaşlı, ihtiyar, emekli insanlarımızın bana böyle yaşattılar diyerek anlatacağı olaylar da..
Bu anlattığımız belediyelerimizi ve taksici odalarını hiç ilgilendirmez ama biz, bizim insanımızın bilgisi olsun diye yazdık. Yaşadığmız günler, işte böyle günlerdir.