Mukattam dağının eteğinde gizemli bir hazine imam şâfiî (3)

Abone Ol

Tekrar ilim yine ilim

İmam Şâfiî, başına gelen bu musibetten sonra görevine dönmedi. Bağdat’ta, Bağdat kâdilkudâtı (kadılar kadısı) Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî’nin yanında misafir olarak kalmaya ve ondan Rey fıkhını öğrenmeye başladı. Tekrar ilme dönmüştü. İmam Şeybânî’den Rey (Irak) fıkhını öğrendi. İmam Şâfii demiştir ki:

“Eğer İmam Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî Hazretlerinden ders almasaydım; ben ilmin kapısında kalmıştım! Bütün insanlar arasında; kendisinden gördüğüm ilim ve ihsanlara, daima şükrederim. Ondan öğrendiğim ilimler sayesinde; bir deve yükü kitap yazdım! Eğer kendisi, bizim anlayacağımız şekilde hitap etmeyip; yüksek ilmi derecesinde konuşsaydı, hiçbir sözünü anlayamazdık! Ondan daha akıllı, daha yüksek kimse görmedim.”

Burada kaldığı süre zarfında, sırf Rey ve kıyas fıkhını öğrenmekle kalmayıp, rivayetleri de öğrendi. Şâfiî, hocası hariç pek çok âlimle, ilmi münazaralar (tartışmalar) yani bugünkü anlamıyla; seminer veya paneller tertipledi. Bu münazaralarda pek çok âlimle fikir alış verişinde bulundu. Ancak, hocası Muhammed b. Hasan,  kendisiyle tartışmak için can attığı halde; bir tek onunla münazara yapmadı. Çünkü o hocasıydı ve onunla tartışırken utanıyordu. Bu da ilk hocalarından biri olan İmam Mâlik’in ilmi münakaşayla ilgili menfi tutumunun onun üzerinde bıraktığı etkidendi. Bunu fark eden Muhammed b. Hasan, bir gün ısrarla onu münazaraya çekti. Bu ilmi tartışmayı öğrencisi İmam Şâfiî kazandı. İmam Şâfiî münazara konusunda şöyle der:

“Kiminle münazara ettiysem: `Ya Rabbi, eğer haklı isem, onun gönlüne ve diline hakkı yerleştir ki bana uysun; eğer onun görüşü doğru ise, ben ona uyayım’ diye dua ederim.”

Ebeveyn Ve Eğitimcilerin Nazarı Dikkatine

İmam Şâfiî, Harun Reşit’in sarayındayken, halifenin çocuklarını eğiten Ebû Abdüssamet’e şöyle nasihat eder:

“Çocukları terbiye ederken, önce kendi nefsini düzeltmekle işe başla. Çünkü çocuklar adeta senin gözünle görür, senin aklınla düşünürler. Onlar için güzel olan her şey, senin de güzel saydıklarındır. Yapmadıkların da onlar tarafından çirkin sayılır. Onlara Allah’ın Kitabı’nı öğret. Ancak öğretirken çok da zorlama. Çünkü usanıverirler. Tamamen de onları Kur’an’dan uzaklaştırma. Çünkü büsbütün terk ediverirler. Sonra onlara nezih şiir ve kıymetli, veciz sözler öğret. Sakın ha, bir konuyu iyice öğretmeden diğer bir konuya geçme! Çünkü kulağa, aldığından fazla doldurulan söz anlaşılmaz.”

Çağlar öncesinden, günümüzün eğitim metotlarının aynısı anlatılıyor, sanki ellerinde geleceği gösteren bir ayna var, günümüzü, günümüz modern çocuk psikolojisini görmüşçesine, günümüzden çağlar ötesine ışık tutuyor.

Bu Da İlim Öğrenmek İsteyenlere Ve Öğrencilere

Bunu dilerseniz yine onun beyitleriyle cevaplayalım:

“Tahsil Adabı

Sabret acısına hocanın cefasının

İlmin yerleşmesi sıkıntılarında talimin acısını kim bir müddet tatmazsa

Cehlin (cahilliğin) zilleti yudumlar tüm hayatı boyunca

Kimin kaçarsa tahsil gençliğinde elinden

Dört tekbir getir üstüne öldüğünden.

Vallahi genç diri kalır, ilim ve takvayla

Kalmaz değeri bunlar olmazsa.” (İmam Şâfiî, A. Ali Ural, Divan İmam Şâfiî’nin Şiirleri, İstanbul: Şûle Yayınları, 2006, s. 213. )

İmam Mâlik’in Külahıyla Yağmur Duası

İmam Şâfiî, bazı İslâm ülkelerinde İmam Malik’ten kalan eserlerle, elbise, cübbe veya sarıklarının kutsal atfedilip, takdis edildiğini duydu. Müslümanlar öyle bir duruma gelmişlerdi ki kendilerine Resûlullahın bir hadisi söylense, ona İmam Malik’in sözleriyle muhalefet etmekteydiler. İmam Mâlik’e bir müçtehit mertebesinin ötesinde bir mertebe, bir kutsiyet addetmekteydiler. Onun bidatlere karşı çıkma konusunda yazdığı şu şiir, onun görüşlerini daha güzel anlatmaktadır:

 “Bidat Hasatçıları

Dinde bidat çıkarmadıkça

Rahat etmez içleri.

Akıllarına uymuş bazı insanlar

Yaparlar Resullerin

Yapmadığı işleri.

Risaleti taşımakken

Onların görevleri

Hafife alır çoğu

Allah’ın yüce dinini.” (İmam Şâfiî, A. Ali Ural, Divan İmam Şâfiî’nin Şiirleri, İstanbul: Şûle Yayınları, 2006, s. 239. )

Bidatte, öyle aşırıya gitmişlerdi ki Endülüs halkı İmam Mâlik’in külahıyla yağmur duasına çıkmıştı, o külaha kutsiyet atfederek… Artık sabır bardağı taşmıştı... İmam Şâfiî, bu olayı duyar duymaz İmam Mâlik’in yaptığı bazı içtihatları tenkit eden kitabını ortaya çıkardı. Bu kitap İmam Mâlik’in talebesi iken onun görüşlerini kendi bilgileriyle ölçüp, yanlışlıklarını görüp, “Hilâf-ı Mâlik” (İhtilâfü Mâlik ve’ş-Şâfi`î) adıyla yazdığı bir kitaptı (risaleydi). Bu tepkisinin nedeni hocası İmam Mâlik’e saygısızlık etmek değildi. İmam Mâlik’in de hata da isabet de edebilen bir müçtehit olduğuna dair dikkatleri çekmekti. “Onlar kadar cehli ilim sanan bir toplum görmedim” dediği Mısır halkının kendi haline bırakılması durumunda zamanla İmam Mâlik’i mesîh gibi görebilecekleri endişesini taşımaktaydı. (Bilal Aybakan, Şâfiî, İstanbul: DİA, 2010, c. 38, s. 225). İmam Şâfii, yalnız İmam Mâlik’in görüşlerini eleştirmedi, Irak fakihlerinden Hanefi Mezhebi’nin Kurucusu Ebû Hanefî’yi, onun arkadaşlarını ve diğer fakihleri de eleştiri yağmuruna tutmuştur.

Üstadım Dostumdur Hakk Da Dostumdur

Şâfiî’nin, hakikatleri arama ve bulma yolunda gösterdiği çabalar, takdire şayandır. O bildiği hakikatleri cesurca söylemiştir. Dini konuda hakikatlere aykırı davranışları da eleştirmiştir. Doğru bildiğinden bir milim sapmamıştır. Bu eleştirdiği hocası bile olsa onun için fark etmez. Çünkü öncelik Hakk’tır. Ve tenkidi de Allah rızası için yapmaktadır. Bu eleştiri onun hocasına karşı saygısızlığı demek değildir. O hocalarına karşı oldukça saygılı bir talebeydi. Ama iş hakikat nazarına geldiğinde o Hakk’ı tercih etmiştir. Bu konuda kendisine: “Hocanı nasıl tenkit ettin ” diye sorulduğunda, o:

“Üstadım dostumdur, Hakk da dostumdur. Bunlar birbiriyle karşılaşınca Hakk’ın dostu olmak daha evladır” dedi.

Beni Ne Yer Taşır Ne De Gök Altında Barındırır

İmam Şâfiî’ye adamın biri gelip, bir mesele hakkında görüşünü alır. İmam Şâfiî, Bu konuda hadislerden örnek vererek Hz. Peygamber (S.A.V.)  şöyle şöyle söylüyor bu konuda diye ona cevap verdi. Adam ona bu defa da: “Ey Ebû Abdullah, sen de bu görüşte misin, Peygamberin (S.A.V.) söylediklerine katılıyor musun ” diye sordu. Bu soru karşısında titreyen İmam Şâfiî’nin beti benzi attı, rengi sarardı. Korkulu bir ses tonuyla:

“Resûlullahtan bir hadis rivayet olunur da ben, eğer evet bu doğrudur, bu böyledir, canım başım üstüne, demezsem; beni hangi yer üstünde taşır Ve hangi gök altında barındırır ” dedi.

Günümüzde bu konuya hassasiyet göstermeyen bazı hocaların nazarı dikkatine sunulur.

İmbikten Geçirerek Oluşturduğu Yeni Bir Mezhep

Bağdat’ta Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî’nin yanında öğrendiği bilgileri diğer bilgilerle yani İmam Malik’in fıkhıyla İmam Ebû Hanife’nin fıkhını birleştirmenin zamanı gelmişti. Bu bilgilerle beraber Mekke’ye gitti. Harem-i Şerif’te ders vermeye başladı. Hac mevsimi oraya gelen âlimlerle ilmi münazaralar yaptı. Bu arada daha sonraları Hanbelî Mezhebi’nin kurucusu olarak karşımıza çıkacak olan Ahmed b. Hanbel onunla görüştü. Onun talebesi oldu. Onun hakkında İmam Ahmed b. Hanbel Şöyle der:

“Şâfiî, dört şeyde feylesoftur: İnsanların ahlakını bilmede, manalara vakıf olmakta, lisanda ve fıkıhta.” Ve ekler: “Hz. Peygamberin (S.A.V.); `Allah bu ümmetin dinini dosdoğru uygulaması için her asırda bir şahıs gönderir’ hadisine dayanarak I. yüzyılın başında bu şahsın Ömer b. Abdülaziz, II. yüzyılın başında da Şâfiî olacağı inancındayım.”

Artık ürün alma zamanı gelmişti. İmam Şâfiî, bunca sene öğrendikleriyle, oraya gelen âlimlerin fikirlerini imbikten geçirerek, ötekilerden farklı renk ve kokuda kendine has bir mezhebin tohumlarını attı. Böylece bugünkü Şafiî Mezhebi ortaya çıkmış oldu. Bu, ne Hicaz fıkhı idi, ne de Irak fıkhı. Her ikisinden de alınmış, her iki fıkhı da birleştiren yepyeni bir fıkıhtı.

Bir Kez Daha Bağdad

Mekke’de dokuz yıl kalan Şâfiî, ikinci kez h. 195 / m. 810 yılında, Bağdat’a döndü. Çünkü Hicaz, İmam Mâlik’in vefatından sonra eski gücünü kaybetmiş, yeni ilim şehri, Bağdat olmuştu. Âlimler; fıkıh, rey ve hadis öğrenmek için Şâfiî’nin etrafında toplandılar. Şâfiî, fıkıh usulü kaidelerini topladığı “er-Risâle” adlı kitabını burada yazdırdı. “El-Kitabu’l-Bağdadiyye”, (Bağdat Kitapları), “El-Umm” (el-Üm) veya “el-Mebsût” adlı eserleri de burada yazdırıldı (neşredildi). Bağdat’ta kaldığı iki yıl boyunca yeni mezhebini, bu mezhebe ait görüşlerini yaymaya gayret etti. Demişti ya, seyahat edin sık sık. O da bu seyahatlerinden büyük kazançlar elde ediyordu ki ilmin sürekli akmasını sağlamak için yatağını değiştiriyordu. Sığmıyordu belki de yatağına, taşıyor, taştıkça da yer, yatak değiştiriyordu. Bu yüzden tekrar Mekke’ye döndü. Beyt’ül-Haram’ı ve hocalarını ziyaret edip, Mekke’deki eşyalarını toparladı. Yarım kalan işlerini tamamladı. Sonra yine Bağdat’a geldi. Bağdat’ta yine kısa süreli bir ikametten sonra, Mısır’da bulunan talebelerinin davetini kabul ederek h. 199’da Mısır’a doğru yola çıktı. Denilir ki Mısır’a gitmesinin sebeplerinden biri her ne kadar orada bulunan talebelerinin daveti olsa da asıl sebep belki de Bağdat’taki siyasi olaylardır. Kendisine Halife el-Me’mun tarafından kadılık teklifi yapılmış ama bunu kabul etmemiştir. Üstelik halifenin Mutezile Mezhebi’ne temayülü olduğunu bilmektedir. Mısır’daki yeni vali ise Kureyş’tendir. İşte bütün bu nedenlerle İmam Şâfiî, Mısır’a gitmeye karar verdi.

Kurtuluş ve zenginliğe mi yoksa mezara mı

“Kardeş, gönlüm Mısır’a gitmek şevkiyle yanar,

Ne çare ki arada çöller… Uzun yollar var.

Bilmem kurtulmak ümidi mi… zenginlik için mi

Yoksa mezarıma mı sürükler kader ” (İmam Şâfiî, Şamil Dağcı, İmam Şâfiî, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı, 2004, s. 43)

Gerçekten de Şâfiî Mısır’a bolluğa, refaha, zenginliğe mi gidiyordu, yoksa ölüme mi Her ikisine de. Şerifler soyundan (Peygamber soyu) olması sebebiyle Zevî’l-kurbâ (peygamber soyundan olanlara verilen para, ganimet) hissesinden kendine ayrılan parayı aldı ve yoksulluk günleri geride kaldı. Zengin oldu. İlmini, fıkhını, fikirlerini yayarak, şöhret de oldu. Fakat bütün bunların yanında ebedi saadete de Mısır’da kavuştu. Mısır’a gidiyordu, gerçekten mutluluğa, şöhrete ve aynı zamanda da ölüme gidiyordu.

 Üç Günlük Mühlet

İmam Şâfiî, önemli sağlık sorunları yaşamasına rağmen yoğun telif ve öğretim faaliyetlerine devam etti. İmam Mâlik’i eleştirmeye başlayınca İmam Mâlik taraftarlarıyla da ters düştü. Aralarında münakaşalar başladı. Bir rivayete göre, Mâlikîler İmam Şâfiî’nin Mısır’dan sürülmesini istiyorlardı. Bu hususta da valiye baskı yapıyorlardı. Sonunda bu baskılar netice verdi ve Şafiî Hazretleri’ne sürgün kararı çıktı. İmam Şâfiî ve taraftarları valiyi bu kararından vazgeçiremediler. Bunun üzerine İmam Şâfiî validen üç gün mühlet istedi. Bu sürenin bitiminde yani üçüncü gece vali vefat etti. Böylece imamımız ömrünün sonuna kadar Mısır’daki ikametini sürdürdü.

Zulüm

Mısır’da “Fidyan” adında, Mâlikî Mezhebi’ne bağlı, zalim ve cahil bir kişi, Şâfiî’nin ilim meclislerine katılıp, onunla münakaşa ederdi. Yine bir gün bir konu etrafında tartıştılar. Konu da; “Rehin olarak verilmiş bir köleyi, onu rehin olarak veren sahibi azat etse ve borcunu verecek başka parası da bulunmasa, bu durum ne olacaktır ” üzerineydi. Bu konuda İmam Şâfiî bu azat edilmiş kölenin satılabileceğini söyledi. Görüşünü de ispatlayacak pek çok deliller öne sürdü. Bu duruma sinirlenen Fidyan, Şâfiî’ye küfretti. Ama Şâfiî duymazlığa gelerek delillerini anlatmaya devam etti. Fakat Fidyan, küfretmeyi sürdürdü. İmam Şâfiî ona mukabele etmedi. Bir adam Fidyan’ı Mısır Valisi’ne şikâyet etti. O da Şâfiî’yi çağırarak durumu sordu. Şâfiî önce söylemek istemedi ama vali ısrar edince, olayı anlatmak zorunda kaldı. Bunun üzerine, Fidyan’ı kırbaçlatarak cezalandırdı. Hatta “Eğer Şâfiî gibi biri onun aleyhinde şahitlik ederse onun boynunu vurdururdum” dedi.  Sonra Fidyan bir devenin üzerine ters bindirerek sokaklarda dolaştırıldı. Devenin önünde bulunan bir tellal da, “İşte Peygamber soyuna küfreden budur” diye nida ediyordu. Bunu hazmedemeyen bayağı ve cahil insanlardan oluşan Fidyan taraftarı bir grup, İmam Şâfiî’yi talebeleri gittikten sonra yalnız kaldığı bir sırada dövdüler. Dövülme olayından sonra İmam Şâfiî’nin bir daha iyileşmediği rivayet edilir. Bu onun Şia taraftarı diye yakalanıp, sorguya çekilmesinden sonra yaşadığı ikinci zulümdü. Bu ne kadar doğru bir rivayettir bilinmez ama gerçek şu ki İslâm’ın dört mezhebinin dört imamı da böyle zulümler görmüştür.