Hangi kampın bağbanısan
- Yavrum Ertuğrul’um, küçük Ahmet’imiz nasıldır, ne yapıyordur
- Burnundan soluyor efennim!
- İyi, iyi… Kırıklarının tedavi olmasına sevindim. Halbuki elçi bey “Kırık acısı” geçmez demişti.
- Efennim, müsaade edin sizin kalemşorunuz olarak şorlayayım, şarlayayım, ateşi harlayayım…
- Parla yavrum Ertuğrul’um parla, hemi de parala; bizim olsun paralaaa…
- Denizli’de ikamet eden Kelkit yiğidi gibi konuştunuz efennim.
- Konuşuyorum, konuşuyorum da beni senden başka dinleyen yok yavrum Ertuğrul’um. Ne başbakanlara, ne parti başkanlarına konuştuğumu bilmez misin
- Bilirim efennim. Müsaade ederseniz öteki bildiklerimi söyleyeyim. Devşirmemizin burnundan soluması kırgınlığını, kızgınlığını, cinini, kinini, titreyen sakalının her telini, evvelini, sanisini, yani’sini, Kani’sini, fanisini şok şok şok diye alt yazıya çevirmesidir!
- Bizim Küçük Ahmet bütün bunları yapabiliyor mu
- Yapar efennim yapar! Boşuna toplamadık onu. Sayın elçinin demek istediği ise “Kuyruk acısı”nın geçmeyeceğidir. Bunu onlar çok iyi bilirler efennim.
- Bilirler derken, bizden fazla mı biliyorlar Yavrum Ertuğrul’um sen ne dediğinin farkında mısın
- Durun telaşlanmayın efennim. Paralaaa konusu emniyet altındadır. Yani ben diyorum ki onların çok kuyruk acısı vardır.
- Bize ne Ertuğrul’um bize ne, kuyruk acısından, buyruk acısından, uyduruk acısından Ben Küçük Ahmet’imizin acısından sormuştum.
- Haklısınız efennim! Ama ben de size sosyolojik kültür veriyorum. Diyorumki: 11 Eylül’den beri öldür, öldür geçmedi acıları… Haçlı seferi başlatmalarını unuttuk mu Devşirmemizle ilgilenmeleri de güzel ama…
- Yani şimdi sen yavrum Ertuğrul’um, Küçük Ahmet’imize kompleks mi bulaşmış, demek istiyorsun
- Doktorlar söyledi efennim! Tren garı terörünün, dayak yemesini bastırmak için yapılmadığını kabule yatkınlaşıyormuş. Doktorları ümitli efennim! Ama biraz zaman alacakmış.
- Neden bizim gazeteleri almıyor Doktor tavsiyesi mi bu Artık ne alırsa alsın mı demişler yavrum Ertuğrul’um
- Öyle anlamayın efennim! Zaman devşirmemizin tarihe not düşürme zamanı…
- Ona mı kalmış düşürmek, kaldırmak işleri… Bir düştü, uzman mı oldu, azman mı oldu, Alaman mı oldu
- Öyle demeyin efennim! Bize başka devşirmeler de lazım. Oraya düşeyim, tarihe not düşeyim, diye düşünmeliler.
- Yavrum Ertuğrul’um, bizim burası düşülecek yer mi Düşmüşler yeri mi Düşkünler yeri mi Düştüğümüz yerden bakalım.
- Düştüğümüz yerden kalkalım, diyecektiniz efennim…
- Bir küçük Ahmet yüzünden sürçmemiz de bozuldu. Türkçemiz de bozuldu.
- Boza boza geldik bu günlere efennim! Sonuçları doğaldır, natureldir, yerlidir ve sizin gibi milli olmakdır.
- Beni şıracı mı yaptın yavrum Ertuğrul’um. Ben de paralaaaa milli dedim şifreli olarak, anlamadın mı
- Ben anladım da, devşirmelerimiz anlamasınlar efennim!
- Niye gelecekler buraya o zaman Ertuğrul’um. Kapımız herkese açık mı
- Kampımız diyecektiniz efendim! Sığınmak için gelecekler. Elçi bey’in “Bizim çocuklar” mesajını geçtiğini söylemiştim.
- Peki biz ne olacağız yavrum Ertuğrul’um
- En doğru soruyu siz sordunuz efennim. Atalarımız ne demişler Ne oldum dememeli, ne olacağım demeli... Sosyolojik olarak sonuç böyledir efennim!
Kır ca’nım
Çakıştığımız ve çatıştığımız sahnelerinden dolayı yazmak istedim, kendi hazırlattığı maskelerin ardında kaybolan mizahçı Levent Kırca’yı.
Üç sahnesiyle aklımdadır. Oralardaki hicivci idi Levent Kırca.
Maskeli zamanları, zorlama üretimi, yakınlaştığı siyasi görüşteki insanların duygularını tatmine yönelikti gibi bir kanaat cümlesi olamaz. Zira o yakınlaştığı taraf, gülmeye ihtiyaç duymayan tepkici siyasetle var idiler.
İlk sahnesinde TRT’nin siyah beyaz yıllarındaydı merhum Kırca. Bir resmi bayram tatili zamanları..
Samsun’daki Atatürk heykeli konusu oldu. Onu anlatıyordu. Bu heykel neden ünlü olmuş Sorusuna cevap aramış ve bulmuştu. Heykeldeki atın iki art ayağı ve kuyruğu üzerinde durmuş olması imiş. Sadece kuyruğu üzerinde dursaymış daha fazla ünlü olacakmış!
TRT’de, 1973 yılında, bir bayram programında, 12 Mart’ın kapsama alanından çıkılmamışken daha…
Yazılı metin dışında sandığım ve doğaçlama üretildiğine inandığım bu cümle merhum Kırca adına endişelendirmişti beni. Neden bitirilmediği ayrı yazılar konusudur.
İkinci Levent Kırca sahnesi İstanbul’a hizmet sahnesidir. “İSKİ”cim sahnesi… O skandallar yönetiminin uzaklaştırıldığı seçimlerden sonra gelenlerin, İstanbul’un su sorunlarını çözdüklerinde merhum Kırca’nın İSKİ’ye davet edilmesini ve ağırlanmasını, bir teşekkür plaketi verilmesini bekledim. Marifet iltifata tabidir bildiğimden.
Üçüncüsü, olayın içine kendimi sokmak sayılmasın ama, Milli Gazete’deki yazılarımdan esinlenildiğini (!) iddia edeceğim “Cevad Kelle” sahneleridir.
Savaşın ve acıların yoğurduğu o Irak topraklarından bir muhabir gibi izlenimler yazarken ben, Levent Kırca’da oralardan bildiren “Cevat Kelle” olmuştu hemen. Ben bitirdim yazmayı, o da Kelle’likten emekli. Gün olur, kitap yaparım. Ah! Bitmeyen umutlarım…
Madem ki istenmedi. Yerine ne konuldu
Soru budur!
Kara tren hasretliktir
Bu Avrupa manzaralı resimleri görünce ne düşünür insan
Yolların altına oralarda da mı bomba döşenmiş, ihtimaline hayır. Avrupa hayranlığımıza evet.
Adamlara kara yolları yetmeyince, denizlerinin içinede asfalt yollar yapmışlar.
Ben otobüslerini gördüm. ıslansalar da gidiyordular!
Halbuki gerçek bu değil.
Daha önceki haftaların birinde yayınladığımız “Denizde giden trenimiz” haberini ve resmini görünce o Avrupalılar, hazımsızlıklarından dolayı resimlerdeki otobüs işine girmişler. Yani…
1-0 üstünlüğümüz sürüyor hala.
Otobüsle mi geleceklerdi
AD kartelinin ana gazetesinin dünkü (perşembe) manşeti, siyasetçilerimizi terbiye etmek üzere kurgulanmıştı; karakterleri gereği, hep olduğu gibi…
Eski alışkanlıklarıdır. Can çıkar, huy çıkmaz, demişler ama bunlarda can’lar değişiyor, huylar değişmiyor.
O Hürriyet’in sahibi yerinde Simavi soyadı yazarken de vardı böyle manşet atmalar. AD’nin bilmeyiz okuma alışkanlığı var mı, ama biz hatırlarız.
Finlandiya Cumhurbaşkanı’nın ülkemize özel uçakla gelmediğini, tarifeli uçakla geldiklerini duyuruyordu manşetinden Hürriyet.
Diyebilirsiniz ki sen yanlış anladın. Onlar bizimkileri eğitmek maksatlı yazmadılar o haberi. Finlandiya’nın politikasını eleştirmek için yazdılar.
Yani diyorlarki: Sen bir devlet isen, neden özel uçağın yok. Tarifeli uçaklardan bilet alarak niçin kalabalık yapıyorsunuz. Sizin yüzünüzden bilet bulamayanlar özel uçaklar mı tutsunlar Bu kadar da paracı olmayın canım.
Bu da bir ihtimal ama, biz anladığımız yerden gidelim. Hürriyet’in manşeti dolayısıyla bu ülkede ikilik olması yeni olmadığından, geçiyoruz.
Demirel’in ilk başbakanlık yıllarındaki ünlü Romanya seferini hatırlayan kaç çalışanı vardır şimdi Hürriyet’in Patron AD ve benden birkaç uzun yaş fazlalığı olan sayın Özkök haricinde…
O geziye Nazmiye Demirel kontenjanından katılmış özel kuaförünü günlerce yazmışlardı: Bir berber, bir berbere, gel beraber Bükreş’te bir berber dükkanı açalım, demiş. Hepsinin kalemlerinden yansıyan bu tekerleme, Anadolu’daki Halkçılara birkaç yıl muhalefet malzemesi olmuştu. O günlerde daha köykent’ler, megakent’ler kurmak fikri gelmiyordu, memleketin parası çarçur ediliyor canım, diyenlerin akıllarına.
Sonra Mehmet Barlas üstünden susturmuştu o gazetecileri eski bir siyasetçi. Dediği özetle şu idi: Berber götürmüşsek, gücümüzden götürdük.
Acaba bundan sonra Türkiye Cumhuriyeti olarak şunu mu yapsak Ülkemize gelmek isteyen Cumhurbaşkanlarına özel uçaklar mı göndersek.
Latife… Hürriyet’çileri çıldırtmak gibi bir maksadım yok. AKP’yi arka taraftan savunmak gibi bir işim de...
Nobel aldım dikmeden
“Ne terör bombaları ne de Nobel zaferi Türkleri bir araya getirmeyi başaramadı.”
New York Times yazmış bunu.
Telaşta bazı kartel köşecileri. Ay! Biz oradan böyle mi görünüyoruz.
Sanki NYT bizim not verme kurumumuz.
Başaramadığımız ne
Bir araya gelmemiz…
Dikkat edilsin, yüzlerce yıldır bir arada olan insanlara söyleniyor bu.
Deniyorlar, deniyorlar, başaramıyorlar!
Damardan verilen uyuşturucu bu değilse ne
Ben de eksik yazdım bir aradayız, derken… Halbuki “bir”iz, birikteyiz, demem gerekiyordu.
NYT’nin böyle yazma cesaretine üzülmeliyiz, kartel köşecilerinin NYT okuma aşklarını da gözardı etmemeliyiz, diye de ekliyorum.
Geçen hafta şöyle bir dokunup geçtiğimiz “Nobel” meselemize bir daha bakalım, NYT olayı bizim adımıza “zafer” diye tescil etmişken…
İlk resimlerini hatırlayın Nobel’I kazanan Aziz Sancar’ın. Arkasında bir partinin kullandığı kalpaklı Atatürk resimli bayrak…
Zorlama var, baskı var dedirtmek mi istiyorlardı bu ülkede, o resmi hazırlayanlar
Bizi yeterince tanımayanların aklına gelmez mi, Aziz Sancar ne zaman kalpak giydi, ya da kalpak milli başlığınız mı
“Bu Nobel Cumhuriyet eğitim sisteminin eseridir.” Dediğinden döğeyazmışlar içimizdeki Cumhuriyet’e saldırmacılarımız. “Tokat gibi cevap” başlığı bu yüzdenmiş, övünücülerimizin...
Döğmecilerin kim olduğu, “Tokat”cılıklarından bellidir. Cumhuriyet’e saldıranlar var, diyecek ki, Cumhuriyet korumacılığı iyi anlaşılsın.
Cumhuriyet eğitim sistemi, yüz senede bir, Amerika’ya yerleştirdiklerinden birine Nobel aldırmaya mı ayarlanmıştı
NYT’ye hak vermeyiz yine de, “Bizden biri kazandı” demeye hazırlanan insanlarımızı peşin peşin, ona öz Türk de, hakiki Türk de, has Türk de diyerek tokatla’maya çalışanlarla da birlikteyiz, bir’iz.
Ne yapalım, bazılarımız böyle.
Dereceli konuş, bilimsel ol
AKP Genel Başkanı ve Başbakan Davutoğlu, “IŞİD’le aramızda 360 derece fark var” demiş.
Kartel yazıcıları geometrici olmuşlar. Diyorlarki: 360 derece aynı yere gelmek değil mi
Bunlara geometri öğretmek de Davutoğlu’nun işi.
360 derece bir dairedir.
Yani İŞID bizim dairemizde yer alamaz!
Kartel kalemşorlarının aklınca, zıtlığı vurgulamak için 180 derece fark var deseydi sayın Davutoğlu, bakın ne olurdu
180 derece yarım daire eder. Öteki yarısında İŞID mi var Dedirtmezler mi idi, üst akılcılar, o yazıcılara
Davutoğlu geometriyi doğru kullanmıştır.
Nasıl savundum amma Davutoğlu’nu ey AKP’liler! Mademki işiniz gücünüz kartel yazıcılarını okumak, bari böyle okuyun.
Aklınız almıyorsa bu geometric bilgiyi, size uygun bir başka izah daha üretebiliriz. Hem kartelcileri de tatmin eder bu diyeceğimiz.
Sayın Davutoğlu, şöyle demiştir: “İŞID ile aramızda 360 bölü 2 derece fark vardır!”