Asıl ismi Şemseddin Muhammed b. Hamza’dır. Akşemseddin veya
Akşeyh lakabıdır. Kutbu’d-dîn Mehmed el-İznîkî, Aziz Mahmud Hûdayî’nin
Tacâlliyât’ında “Hacı Bayram’ın Akşemseddin’e: “Beyaz bir insan olan Zeyd’den
(Zeyd=fıkıh kitaplarında erkek kişi için kullanılır ve burada da Zeyd’ten kasıt
Akşemseddin’in kendisidir. )-insan cinsinin karanlıklarını, lekelerini söküp
atmakta güçlük çekmedin, aciz kalmadın” dediğini naklederek; onun “Akşemseddin”
lakabıyla bundan dolayı çağırıldığını yazar. Bazı kaynaklar da ise köseliğinden
dolayı veya beyaz kıyafet giydiğinden dolayı kendisine “Akşeyh veya Akşemseddin
“ lakabı verildiği anlatılır.
Akşemseddin, M. 1390 (H. 792) yılında Şam’da doğmuştur.
Avârifü’l-ma ‘Ârif adlı kitabın sahibi Şeyh Şehâbeddin Sühreverdî’nin
torunlarından “Kurtboğan” lakabıyla meşhur, Şeyh Hamza’nın oğludur. Baba
tarafından nesebi Hz. Ebû Bekir’e(r. a) kadar uzanmaktadır.
Akşemseddin hazretleri, yedi yaşında babası ile birlikte
Anadolu’ya gelerek, o zamanlar Amasya’ya bağlı bulunan Kavak İlçesi’ne (bugün
Samsun’a bağlıdır) yerleşmişler. Küçük yaşta hafız olan Akşemseddin hazretleri
babasının vefatından sonra, tahsiline devam ederek kısa sürede bütün şer’i
ilimlerle beraber tıp ilmini de öğrenmiş ve Osmancık Medresesi’ne müderris
(profesör) olmuştur. Onun hayatı hakkında tafsilatlı bilgilerin yer aldığı
Enîsî’nin Menâkıbnâmesi’ne göre;”İlm-i bâtın lezzeti dimağından gitmediği için”
yirmi beş yaşları civarında kendisine bir mürşid aramak üzere yola çıktı.
Tavsiye üzerine Hacı Bayram-ı Velî Hazretlerine bağlanmak üzere Ankara’ya
geldi. Rastladığı bir kişiye onu nerede bulabileceğini sorar. Adam: “İşte şu
gördüğün, dükkan dükkan gezerek para toplayan kişi Hacı Bayram-ı Velî
hazretleridir. ” diyerek, karşı sokakta iki talebesiyle gezen bir zâtı
gösterir. O tarafa bakan Akşemseddin’in gördükleri karşısında yüzü asılır,
kalbi vesveseyle dolar. İçinden:”Demek bana methettikleri meşhur Hacı Bayram-ı
Veli Hazretleri bu… Dükkan dükkan dolaşıp, para topluyor. Dünyalıkla uğraşıyor.
Buraya kadar boşuna yoruldum.” diye söylenerek onunla tanışmadan nedenini
niçinini sormadan oradan uzaklaşır. Halep’e doğru yola çıkar. Amacı orada ünü
Anadolu’ya kadar ulaşmış bulunan Şeyh Zeynüddin el- Hâfî Hazretleri’ne intisap
etmektir. Bu niyetle günlerce yol alan Akşemseddin, Halep’e yaklaştığı bir yerde
mola verir. Dinlenirken uyuyukalır. Uykusunda bir rüya görür. Rüyasında boynuna
bir zincir takarlar, zorla Ankara’da Hacı Bayram’ın kapısına bırakırlar.
Akşemseddin Hazretleri bakar, zincirin diğer ucunda Hacı Bayram-ı Veli
Hazretleri. O Halep’e gitmek için yürümeye çalıştıkça Hazret zinciri çekiyor. O
direniyor, Hazret ise çektikçe çekiyor. Zincir boğazına gömülüyor. Öyle ki
Akşemseddin neredeyse boğulacak. Korku ve dehşet içinde uyanan Akşemseddin,
rüyasının tesirinde kalarak geldiği yoldan dönerek Ankara’ya, pişmanlıkla dolu
duygular içinde geri gelir. Hacı Bayram-ı Veli’nin dergahına ulaştığında, onun
müritleriyle tarlada çalıştığını öğrenip, tarlaya koşar. Ama Hacı Bayram-ı Veli
kendisiyle ilgilenmez. Akşemseddin diğer talebelerin arasına katılarak onlarla
beraber akşama kadar tarlada çalışır. Yemek vakti geldiğinde Hacı Bayram-ı
Veli, hazırlanan yemekleri talebelerine bölüştürür. Artanı da köpeklerin
çanağına döker. Akşemseddin de o yal çanaklarından birini alıp, bir onlara bir
de kendine bakarak nefsiyle mücadele edip, “sen buna layıksın, Buraya vaktinde
gelmedin. Zincirle zorla çekilerek getirildin. Şimdi ye bakalım bu yal
çanağından.” diyerek yemekten yemeğe başlıyor. Onun bu halini gören Hacı
Bayram-ı Veli: “İmtihanı kazandın, kalbimize girdin köse, gel yanıma!” diyerek
önündeki çanağı itip, onu sofrasına oturtur ve: “Zincirle gelen misafiri böyle
ağırlarlar” der. Bundan sonra Akşemseddin, Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerinin en
sevdiği talebesi oluyor. (Burada şunu belirtmeden geçemiyeceğim. Akşemseddin
hakkında çok geniş bir araştırma yapan A. İhsan Yurd, Akşemseddin’in “Def’u
metâ’in adlı eserinde Zeynüddin Hâfi Hazraetlerini tenkit ettiğini, tenkit
ettiği bir insana intisap etmeği düşünmesinin mümkün olmadığını belirterek, bu
olayların yaşanmadığını, Akşemseddin’in doğrudan Hacı Bayram’a bağlandığını
yazıyor. Bana göre bu eseri belki Akşemseddin Hazretleri Hacı Bayram-ı Veli ‘ye
intisabından ve tasavvufun belli mertebelerinden geçtikten sonra yazdıysa daha
önce bağlanmayı düşündüğü bu şeyhin yanlışlarını görüp, eleştirmiş olabilir.
Kaldı ki Lâmi’î’nin, Taşköprülüzâde’nin ve bunlar gibi pek çok alimin
eserlerinde zincirle çekme olayından bahsedilmektedir. (Doğrusunu Allah bilir.)
Akşemseddin Hazretleri kısa zamanda tasavvuf yolunda
ilerleyerek Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri’nden icazetini (yani bir nevi
diplomasını) aldı. Aslında Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri Akşemseddîn’i diğer
talebelerinden daha zor imtihanlara tâbi tuttu. Nefsini terbiye ve ıslah
etmekte büyük sıkıntılar çektirdi. Bir defâsında yedi günde bir kaşık sirkeden
başka bir şey yedirmedi. Ancak Akşemseddîn bütün bunlardan memnundu. Hattâ
kendisi daha fazlasına tâlipti. Nitekim nefsinin istediği şeyleri yapmamakta
şeyhinin kendisine buyurduğu tâlim ve terbiyedeki şiddet derecesini kendi isteğiyle
artırdığı zaman Hacı Bayram Hazretleri ona: “Yâ Köse nice zamandır riyâzet
eylersin, nefsin isteklerinden sakınırsın, âkıbet nûr olursun. Vefât ettikten
sonra seni kabrinde bulamazlar!” dedi. Onun kısa sürede icazet alması üzerine
bazıları hayret edip, Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerine:”Diğer dervişlere kırk
yıldır hilâfet vermedin, ama Akşeyh’e kısa zamanda hilâfet verdin, bunun
hikmeti nedir ” Diye sordular. O cevabında şöyle dedi: “Bu bilgili ve akıllı
bir kösedir. Her ne görüp, duydu ise itimad etti, inandı. Hikmetini sonra yine
kendisi anladı. Kırk yıldan beri hizmet eden bu talebelerse hemen duyduklarının
hikmetini ve aslını sorarlar. Onunla aralarındaki fark budur. ”
İcazeti alan Akşemseddin, şeyhinin yanından ayrılarak,
Beypazarı’na gitti. Burada bir mescid ve değirmen yaptırdı. Bir süre sonra
halkın ilgisinden rahatsız olup, buradan ayrılarak Çorum’un İskilip ilçesi’nin
Evlek Köyü’nde inzivaya çekildi. Akşemseddin’in halkın teveccüh ve nazarından
uzak durması onun şöhret ve şan belasından korkup, kaçınması yüzündendir.
Akşemseddin; tevâzu, alçakgönüllülük ve ferâgatin zirvedeki ismidir. O, herşeye
sahip iken bırakmasını bilen; hükümranlığı ve dünya saltanatını, tercih etmeyen
bir mürşîdi kâmildir. Maddî varlık ve dünyevî arzulardan el-etek çeken bu büyük
zât, bedenî isteklerden büsbütün sıyrılmayı başarmış ve mâsivâdan yüz
çevirmiştir.
Akşemseddin, daha sonra Bolu’nun Göynük kazasına
yerleşmiştir. Orada çocuklarının ve müritlerinin irşatlarıyla, ilim ve
terbiyeleriyle meşgul oldu. Bu esnada hacca gitti.
HACI BAYRAM-I VELİ HAZRETLERİ’NİN VERDİĞİ MÜJDE
Fatih Sultan Mehmet’in babası I. Murad, Hacı Bayram-ı
Veli’ye son derece bağlı idi. İşlerinden fırsat buldukça onu ziyaret ederdi.
Bir gün dört yaşındaki oğlu şehzade Mehmed’i de beraberinde getirerek, Hacı
Bayram-ı Veli’nin elini öptürdü. Sohbet sırasında:
“Efendim, İstanbul’u alıp, bu kafir diyarını İslâm nuruyla
nurlandırmak ve çan sesleri yerine ezan seslerini yüceltmek isterim. Duanızı
bizden esirgemeyin. ”deyince, Hacı Bayram Hazretleri ona:
“Allah ömrünüzü ve devletinizi ziyade etsin ama İstanbul’un
alındığını ne sen ne de ben göremeyiz. ”
Sonra yerde oynayan şehzade ile kapının yanında hizmete
hazır bekleyen Akşemsedin’i göstererek:
“Amma bu çocukla bu köse görürler.” Dedi .
Gerçekten de İstanbul’un alınışı Hacı Bayram-ı Veli
Hazretlerinin işaret ettiği gibi olmuştur.
HACI BAYRAM-I VELİ’NİN VEFATI
Hacı Bayram Hazretleri’nin Ankara’da fenâ âleminden bekâ
âlemine göç etmek üzere iken; son sözleri:
“Akşemseddîn benim cenâzemi yıkasın ve namazımı kıldırsın.”
oldu ve vefat etti. Talebeler ile Hacı Bayram-ı Velî’nin yakınları ne
yapacaklarını bilmez bir haldeydiler. Çünkü o sırada Akşemseddîn orada değildi
ve nerede bulunduğunu kimse bilmiyordu. Kararsız ve üzüntülü bir halde yollara
bakarken. “Akşemseddîn geliyor!” diye bir ses işitildi. Halk, Akşemseddîn’i
karşıladı ve olup biteni haber verdi. O da vasiyet üzerine yıkayıp namazını
kıldırdıktan sonra, Hacı Bayram-ı Velî’yi defnetti. İşler bitince, Hacı
Bayram-ı Velî’nin doksan bin akçe borcu olduğunu öğrendi ve otuz bin akçesini
ödemeyi üzerine aldı. Kalanını da Hacı Bayram-ı Velî’nin yakınları ile dostları
ödediler. Akşemseddîn, vaat ettiği otuz bin akçenin yirmi dokuz binini ödedi ve
geriye bin akçe kaldı. Alacaklı, Akşemseddîn’e gelerek hepsini istedi.
Akşemseddin: “Birkaç gün müsaade et.“ dediyse de, faydası olmadı. Adam küstah
bir şekilde bir dakika bile bekleyemeyeceğini bildirdi. Bu söz üzerine üzülen
Akşemseddîn Hazretleri alacaklıyı içeri çağırdı. Ona: “Bahçeye gir, alacağın
bin akçeyi al. Fazlasını alma!” dedi. Adam bahçeye girdi. Bahçenin içinde yassı
yapraklı bir ot ve o otun her bir yaprağı üzerinde de bir akçe vardı. Buna çok
şaşıran adam, o akçeleri toplamaya koyuldu. Topladığı halde yapraklardaki ve
bahçedeki akçeler bir türlü eksilmiyordu. Hayretten ağzı açık kalmıştı. Bin
akçeyi tamamlayıp, Akşemseddin’in yanına döndü ve”bu akçeleri size bağışladım”
diyerek özür diledi, yalvardı. Fakat Hazret o bin akçeyi geri almadı.
Akşemseddîn Hazretleri hocasının vasiyetini yerine getirdikten sonra tekrar
Göynük’e geldi. Burada da bir mescid ve değirmen yaptırdı. Akşemseddin
Hazretleri hocasının vefatından sonra Bayramiyye tarikatının Şemsiyye kolunu
kurmuştur.
AKŞEMSEDDİN PASTEUR’DAN DÖRT ASIR ÖNCE MİKROBU BULDU
Akşemseddin, tıp tahsilini Amasya Darüşşifası
(hastanesi)’nda gördü. Özellikle bulaşıcı hastalıklar üzerinde çalışmıştır.
Çünkü o dönemlerde salgın hastalıklar insanları perişan ediyor, toplu ölümler
oluyordu. Bu konuda birçok araştırma yaptı.
Pasteur (Pastör)’ün teknik aletlerle Akşemseddin’den dört
asır sonra varabildiği neticeyi dünyada ilk defa o haber verdi. Buna rağmen
mikrop teorisi yanlış veya kasıtlı olarak Pasteur’a mal edilmiştir. Mikroskopun
17. Yüzyılda bulunduğu göz önüne alınırsa Akşemseddin Hazretleri’nin büyüklüğü
bir kez daha anlaşılır.
Tıp ile ilgili Türkçe yazdığı Maddet-ül Hayat’ta mikrobu
şöyle tarif eder: “Hastalıkların insanlarda teker teker peyda olduğunu
zannetmek yanlıştır. Hastalıklar insandan insana bulaşma suretiyle geçer. Bu
bulaşma gözle görülmeyecek kadar küçük, fakat canlı tohumlar vasıtasıyla olur.
”diyerek, mikrobu tarif eder, mikrobun vücuda girdikten sonra kuluçka dönemi
olduğunu, süreleri ile açıklar. Böylece mikrop teorilerinden birini ortaya
koyup, tarihte mikroorganizmalardan bahseden ilk kişidir o. Ve Mikrobiyolojinin
babası sayılmaktadır. Aynı zamanda ilk kanser araştırmacılarından olan
Akşemseddin, o devirde seratan denilen bu hastalığın tedavisini bulmak için çok
uğraştı. Bu hastalığa yakalanan sadrazam Çandarlı Halil Paşa’nın oğlu Kazasker
Süleyman Çelebi’yi tedavi etti. Ayrıca hangi hastalıkların hangi bitkilerden
hazırlanan ilaçlarla tedavi edileceğine dair bilgiler ve formüller ortaya
koydu. Türlü otlardan hazırladığı ilaçlarla çeşitli hastalıklara çare buldu.
Hastaları şifaya kavuşturdu. Yıllarca çalışarak kudretli bir hekim oldu.
Kendisine “Lokman-ı Sânî”(ikinci Lokman) ve “tabib-i ebdân” adları verildi.
Fatih’in kızlarından Gevherhan Sultan’ı da tedavi ederek iyileştirdi. Fatih’in
kızı da kendisine Beypazarı’ndaki pirinç mezralarını verdi.