Habere bak, kadere bak!
“Babaannemin yemeği bir (tık) fazla.”
İlkokul öğrencisi torunumun aile içi yemek mukayesesi yaparken kullandığı bu cümle, benim neslimin geldiği yer ile durduğumuz yerin farkını gösteriyordu.
Gazetemizin sitesinden bir haber: “Erdoğan iki rakip belirledi.”
Merak eder ve okursunuz. Kafanızda da bir soru: Acaba yeni bir yasal düzenleme mi yaptı, rakiplerini seçme veya belirleme hakkının varlığı iddiasıyla?
Sonra anlarsınız ki, olay sizin düşündüğünüz gibi planlanmamış. Haber sitelerinin girdikleri yarışta daha fazla “Tık” kazanma hesabı üzerine bir kurgulanmaymış.
Haberi özetleyelim: AKP kulisleri yirmi yılın sonunda, yani günümüzde, Erdoğan’ın en büyük iki rakibini tespit etmişler ve dillerine dolayacakları yegane konu eylemişler. Biri, yine kendileri. Diğeri de çok bildikleri, uzmanı oldukları ekonomi.
Kendi kendilerini bu kadar önemsemeleri tek varoluş gerekçeleridir zaten.
Üstad Necip Fazıl’a derler ki: Fransa Kültür Bakanlığının hazırladığı “Dünya şairleri şiir antolojisine Türkiye’den iki şair almışlar.” Rahmetli Üstadın haberi getirene (Ayhan Songar rahmetl mi?) sorusu bir efsanedir. “İkincisi kim?”
Üsküdar’a geçtikleri atları hâlâ tavlada tutsalar da, izlerini it izlerine yıllardır karıştırsalar da, yüzde 49’luk muhalefetin rakipleri olacağına ne inanıyorlar, ne de kabul ediyorlar. Varsın porsiyonlar küçülmüş olsun, varsın ekmekler askıda milliyetçiliğimizi doyura dursun.
İsmet Paşa’nın Milli Şef’lik yıllarında “Beyaz Tren”le anılmasını çok önemsemiş olmalılar ki, partilerini trenle anlattılar tarihe.
“Bu trenden inenler bir daha bu trene binemezler.”
Tren, yolu çok önceden belirlenmiş ve dünyaya çakılmış demiryolu olan ve hatta ucunda ışık beklenen yeraltı karanlıklarında gidebilen bir vasıtadır, ulaşım aracıdır. Bir yarışta olması, bir yarışa sokulması söz konusu değildir.
Trenden inenlerin ve bir daha binmesi istenmeyenlerin bilinmeyen ve denetlenemeyen yol korkusu ve tünel karanlıkları travmasının neden gündem yapılmadığı ve Üsküdar’a geçerken at tercihleri “Tavla”cılar tarafından hiç sorgulanmazken, son diyecekleri de düşüyor “Tık” peşindeki haber sitelerine.
“Tayyip Erdoğan bitti demeden bitmez!”
Bitişin görülmesidir, bitikliğin itirafıdır aslında bu ferman okuma. İnanmayanı falakaya yatırın tadında hem de.
“Tayyip Erdoğan bitti demeden bitmez!”
Bu nasıl bir iddialaşma sloganıdır, bir inanç sistemini önemsememeyi öneriyor gibi ?
Adı anılanın resimlerinin cadde kenarlarını kapatmasını bir yere kadar anlayan insanlarımız, ona böyle bir güç atfedilmesini hangi mazeretin arkasına sığınarak kabul edeceklerdir?
Çok merak ettiğim için yazmadım bu soruları? Aklıma geldi işte! Nerden geldiğini de anlatayım.
“Bitti” düdüğünü çalacak olanla bu ülkede, geçen asrın ikinci yarısını ortak yaşarken çok gördük çünkü: Esnaf dükkanlarının dikkat çeken yerlerine asılan ve bir hattat elinden çıkmış Besmele’nin altına Latin harfleriyle “Allah’ın dediği olur” yazılmış levhaları. Para alışverişinin olduğu, ticaretin yapıldığı dükkanların olmazsa olmazıydı. O levhaları görenler ve okuyanlar da bilirdi ki, o dükkanların raflarına ve havasına bir iman, bir hesap verme korkusu sinmiştir.
Aksi bir görüntüye hiç rastlamadık mı, bugünkü pozisyonu saymazsak, yazılmışları okumuş bu ülkenin bir çocuğu olarak? Birini hatırlıyorum. Görenleri sessiz kılmış ve gönüllerini yaralamıştı.
Demirel’in tek başına iktidar olduğu 1965–69 yılları arasında yayımlanmıştı o karikatür.
Heybetli ve şatafatlı masanın başındaki adam bağırıyor, emirler yağdırıyordu: “Burada benim dediğim olur”
İtiraz istemem, muhalefet kim ola? Bu cümleler de okuyucuların çağrışımlarıydı.
Masa başındaki adamın tepesinin hemen üstünde ise, Anadolu’nun dükkanlarında vardı dediğimiz o levha.
“Allah’ın dediği olur!”
Partisinin partiler yavrulamaya başladığı o günler, Demirel’in tanımlarıyla söylersek bir sath-ı maildi, eğik düzlemdi, yamaçtı; yuvarlanan taşların nerede duracağının kestirilemediği.
Tıpkı bugünkü gibi.
SADECE GAZETECİ DEĞİL, TAKDİR MAKİNASI AYNI ZAMANDA
Şehrinin sahillerine betonarme yollar yapmakla öğünmeye durmuş bir belediye başkanı, kızının o yollarda bikinisiyle yürümesine karşı olmadığına/olmayacağına bir babayı, yemin ederek inandırmayı başarmış ama partili haleflerine kefil olamadığından, börtü “Böcek”lere karşı kaybetmiş. Ağırladığı, aileden “Ağır” bir gazeteciye de anlatmış bunları. O da, o belediye başkanının şanlı günlerinde konuğu iken topladığı bu anıyı günlük öğütnamesine “Çift vuruş” topu yapıyor.
Kıtır kıtır kesecekler,
Barları, plajları kapatacaklar,
Otobüslerde harem, selamlık;
Yasaklanacak müzik, sırada lokantalar...
Yaptık mı bunları diye soruyor o gazeteci, (Bir) pistin ortasında ve tekno müzik eşliğinde (Milli musikimizdir) oynarken ve İstanbul’da Atatürk hava limanında pistler kıtır kıtır kesilirken...
Haydi akşam pazarı!”Modern endişe” az kaldı! Onlar üzerileri benzinli, bizler ise sarı benizli.
Yirmi yıldır öğrendik, biliriz. İktidarın kalemşorluğuna soyunan her gazeteci, yazısının bir yerlerinde partisinin yöneticilerini veya bihassa Sayın Cumhurbaşkanı’nı takdir etmeye getirecektir sözü. Geçmişlerinde milletle hiçbir tanışıklığı olmayan bakanlar, onun tensipleriyle hareket ederken, size ne oluyor mu densin yani.
Haber sitelerinin başlık yaptığı Sayın Cumhurbaşkanı’nın konuşmasındaki bir cümleyi o da katmış yazısına; ama önce “Çok güzel cevap verdi” diyerek takdir ettiğini gözlere sokmayı ihmal etmeden.
“Gerçekten Atatürk hassasiyetleri olsaydı, kendilerine ‘Mustafa Kemal’in itleri’ diyenlerden hesap sorarlardı.”
Muhatabımız bahis mevzuu ettiğimiz gazeteci bey olsun, ona soralım: Hesap sormayı bilmemek veya güç yetmezliği ihtimallerini neden aklına getirmediğini anlatmak ve sana da düşmüyor mu o tahayyül ettiğin vazife, gibi bir suali cevaplamak ister mi acaba? Hesap sorulmadı idiyse, hesap sorulmayacak manasında mı kalır bir olay? Mektup okutmaklı bir hesap içinde bir hesap yoksa?
CAHİT, İCABINDA TURNUSOL KAĞIDI DA OLUR
Bu konular “Ağır” konulardır. Cumhur İttifakının başarılarını konuşmak galiba en iyisi. Mesela Birleşik Arap Emirlikleri’nin Türkiye’ye diz çöktüremediğini...
AKP’nin bir yöneticisi, Bülent Arınç’ı çağrıştıran, onun veliahtı duruşundaki Sayın Cahit Özkan’ın bir TV kanalındaki iddialarını herkes konuşuyor, yazıyor, çiziyor. Yukarılarda bir yerlerde, bakanların dahi “Sayın Cumhurbaşkanı’mızın tensipleriyle” demeden konuşmaya başlamadığını vurguladığımız Cumhur İttifakında eşkiyalı bir TV dizisinin kara giymiş çocuklarına özentili duruşlu bir AKP yöneticisi, izinsiz ve onaysız mı konuştu acaba şüphesine düşülmeden üstelik.
“Birleşik Arap Emirlikleri baktı ki Türkiye’yi diz çöktüremiyor, baktı ki Türkiye’nin istiklalini engelleyemiyor...”
Türkiye, istiklalini yeni ilan eden bir devlet mi? Diz çöktürüleceği akıllara getirilen bir devlet mi? Bu nasıl bir Türkiye düşünmektir?
“Baktı ki, baktı ki” ne demek? İzahı yine kendisinde.
“15 Temmuz’un madem ki finansörü,
Madem ki Türkiye’ye kast eden FETÖ terör örgütü ve Türkiye düşmanlarının finansörü...”
“Biz buna inanıyoruz” diyen AKP yöneticisi bilgi, belge ve istihbarat gücü ellerinde iken, neden başkalarının inanıp, inanmamalarını merak ediyor? Dahası, ilişki kurmamızı istemiştiniz suçlamasını da ilave ederek.
AKP Sözcüsü Sayın Ömer Çelik’in “Partimizin görüşlerini yansıtmıyor” dediği bu parti yöneticisine bir bilgi daha veriliyor: “Türkiye–BAE ilişkileri Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan ve BAE Devlet Başkanı Muhammed bin Zayed el Nahya’nın ortak iradesiyle karşılıklı güven ve saygıya dayalı olarak ilerlemektedir.”
AKP yöneticisine şimdi şu soruyu sormanın zamanı ve sırasıdır. İlişki istediniz diye suçladığın muhalefetin o günkü yol göstermesini bugün “Ortak iradeyle” saygı ve güvenle hayata geçirmeyi başardı iseniz, aferin payı kime düşer?
BÜLENT ARINÇ YİNE ALDI SAZI ELİNE
Medyanın gündemine AKP’lilerin beyanatları böyle oturunca, halkımız kulak asmasa da Bülent Arınç’ın “Aman dileme”lerine de rastlamak olağan hallerdendir.
“Arınç’ın Kaftancıoğlu paylaşımı” üst başlığıyla duyurulan açıklamalarına bir göz attığımızda, engin hukuk bilgisini milletimizin istifadesine bir kere daha üşenmeden sunduğunu görürüz.
Yargının üçüncü erk olması, vicdan terazisi kullanması, ifade özgürlüğü, insan hakları evrensel beyannamesi, Avrupa insan hakları sözleşmesi ve Anayasa güvencesi gibi konulardan benim de haberim var havasını verdikten sonra Sayın Arınç Bey, çorbaya maydanoz olmayı ihmal etmiyor. (Kendilerini çok önemserler demiştik.)
Onca hukuk deyimini kendi “Aman”ını anlatmak için kullanmış kanaatini twitlerinde oluşturan Sayın Arınç diyor ki: “Bir dönem çeşitli vesayet odaklarının etkisi altındaki yargı tarafından mağdur edilen bizlerin hikayeleri hafızalarda tazeliğini korurken...”
“Dünün mağduru” olmak iddiasındaki hikâyeli Sayın Arınç’a, hafızalarını taze tutanlar, şu soruyu bir gün mutlaka soracaklardır: Nasıl bir mağduriyet yaşadınız ki, yirmi yıldır kaymağını tüketemediniz?
Makamlarla taltif yıllarından sonra, hâlâ mağdur edildim yanılgısının senaryosunu çözemeyen Sayın Arınç, “Ülkemizde bir beka söz konusu ise” diyerek tehlike çanlarını aklılara getirmesinin hemen öncesinde milletin acil ihtiyacının ne olduğunu ilan ediyor yahut mağdurdaşlarına duyuruyor: “Adaletin günlük siyasi çekişmelere konu edilmesinden kurtarılarak yeniden sağlam temellere oturtulmasıdır.”
“Sağlam temellere”
“Yeniden”
Mağduriyet yıllarını hoca efendisinden ağlaya sızlaya medet umarak geçirmiş Sayın Arınç’tan bu “Yeniden” kelimesinin izahını isteme hakkımızı kullanarak noktalıyoruz bu yazımızı.