Mesele Nasıl Öldüğümüzdür

Abone Ol

Nihal Hanımefendi’ye ithaftır…

Son nefeste imanla ölmek veya kelime-i şehadet getirerek can vermek; tabi ki basit ve lafzi anlamda önemsiz değildir. Ama bazen mesele bu ilk düzeyde kalarak asıl ifade edilmek istenen anlamdan uzak durmak tercih edilmektedir.

Zikir meselesi de böyledir. Tabi ki lafzen ve kalben Allah’ın isimlerini anmak veya belli esmâ ile zikretmek emredilmiştir. Fakat bu, zikrin ilk ve en temel anlamıdır.

Kabir sualine cevap vermek de sanki bir sınava hazırlanıyormuş gibi soruları ezberlemek şeklinde de anlaşılabilmektedir bazen.

Oysa son nefeste iman ile ölmek; sağlam bir hayat tarzı ile sağlam bir duruş sahibi olmak ve sürekli dava sahibi olarak Allah yolunda mücadele etme niyeti ve gayreti içinde olmak ile mümkündür. Zira ölümün nerede ve ne zaman geleceğini bilemeyiz. Bu yüzden her an ölüme hazırlıklı olmak yani her an iman ve dava üzerine olmak gerekir. Zaten böyle olduğunda kişi nerede ölürse ölsün Allah yolunda can vermiş olacaktır. Ayrıca ölümün nerede ve nasıl geleceğini bilemiyoruz. Belki ölüm anında şuurumuz açık olmayacak. Veya aniden ölüp gideceğiz. Bu durumda lafzi olarak kelime-i tevhid ve şehadeti getirmek mümkün olmayabilir. O yüzden son nefesi iman ile vermenin şartı; şu anda iman ve dava sahibi olmaktır. Zira geçmişte ne olduğumuzun bugün çok da önemi yoktur. Gelecek ise meçhuldür. Şu halde aslolan, şu an nerede ve ne yaptığımızdır. Aslolan, hayat meşgalesine rağmen “dertli olabilmektir.”

Bu yüzden sufiler; “hayat bir andır, o da bu andır” demişlerdir. Zira geçmiş, geçip gitmiştir. Gelecek ise meçhuldür.

Her an Allah’ı zikretmekten asıl kasıt ise; hayatın her anında ve her işinde, Allah’ın emir yasak ve rızasını gözeterek, Allah korkusu ile ve Allah’a hesap vermenin şuuruyla, her an ölecekmiş gibi davranmaktır. Yoksa elinde tespih olduğu halde Allah’ın emir ve yasaklarının şuurunda olmayan kimse, hakiki zikir ehli olamaz. Böyle bir kişinin zikri, ancak dilinde kalmış ve kalbine inmemiştir. Oysa iman ve zikir, kalpte olan bir şeydir. Kalpte olmadığı halde dilde olan inanca iman değil nifak diyoruz.

Kabre ve mahşere bizi hazırlayacak olan da duruş ve amellerimizdir. Bu durum “Yaşadığınız gibi ölürsünüz. Öldüğünüz gibi dirilir ve dirildiğiniz gibi mahşerde muamele görürsünüz” hadisi şerifi ile zaten ifade buyurulmuştur.

Burada yeri gelmişken ölüm korkusunun da can verme veya dünyayı terk etme korkusu değil; Allah’ın huzuruna çıkma, Allah’a hesap verme, amellerin ve hataları düzeltme imkânının sona ermesinin telaşı olması gerektiğini de hatırlatmak icap ediyor.

Konu ile alakalı önemli bir husus da “adam gibi ölebilmek”tir. Adam gibi olmakla kastettiğimiz şudur: İnsan, hata ederek doğru işler yapan ve yanlışları yaşayarak doğruları öğrenen bir varlıktır. Bu yüzden bir insanın kemalini tamamlaması yıllar alır. Hatta olgunluk çağının kırk yıl olduğu düşünüldüğünde, bir insanın bazı şeyleri öğrenmesi ve anlaması için kırk yıl geçmesi gerektiği sonucu çıkmaktadır.

Peki, o zaman doğruları anlama ve öğrenmenin bize dünyada ne faydası vardır? Zira yıllar içinde öğreneceğimiz bilgileri, hayata geçirmek ve uygulamak için ne kadar zamanımız vardır? Bazen bir meseleyi kırk yılda öğreniriz ama o bilgiyi ancak birkaç kere uygulama imkânı vardır. Bu düşünce de bazen insanı ümitsizliğe sevk etmektedir. Dünya işlerinde de böyledir. Bazen bir insan ömrü boyunca hastalık ya da fakirlik çeker. Sonra tam iyileşir ya da zengin olur; ama bunun sefasını süremez. Bazen bir hatamızı yıllar içinde düzeltiriz. Tam düzelttiğimizde ise ömrümüzün sonuna gelmiş oluruz.

Yine bazı dost ve tanıdıklarımız, yıllarca bizi üzerler ya da yıllarca yanlış içinde yaşarlar. Bu yüzden bazen “İş işten geçtikten sonra düzelse ne olur? Geçen zamanı geri getirebilecek mi?” diye sorarız.

Peki, bundaki hikmet nedir? Hayat böyle iken nasıl ümitsiz olmayacağız?

Hikmet gayet açık ve basittir. Bütün mesele, mahşere hazırlanmak ve mahşerde kendimizi kurtarmaktır. Bu yüzden kırk senede bir tek iş öğreniriz. Ama o bir tek iş, bazen iman ve duruşumuzu kurtarır. İman ve duruşumuz ile de ebedi saadeti kazanırız. Yani aslında o kırk yılda öğrendiğimiz tek bir şey ile sonsuz bir hayat kazanmış oluruz.

Etrafımızdaki insanlar da öyledir. Yıllarca bizi üzerler. Kendilerine de zulmederler. Ama son anda kendilerini düzeltirler ve kurtulmuş olurlar. Bu kimselerle de cennette huzur içinde yaşarız. Sonsuz cennetin ve Allah rızasının yanında, dünyadaki yüz sene sıkıntının ya da yüz yıl cahilliğin ne önemi vardır?

İman, tek bir bilgi ve tek bir cümleden ibaret değil midir? Oysa tüm ahiretimizi şekillendirecek olan bu tek cümle ve tek bilgidir

Bazen dünya hayatında da bir cümle veya bir tek basit bilgi, hayatımızı değiştirmiyor mu?