Yayın yönetmenliğini Osman Koca’nın üstlendiği Küçükçekmece İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’nün yayınladığı Cümle dergisi, Nisan 2024 sayısını Mehmet Akif Ersoy’a ayırmıştı. Orada birbirinden değerli yazılar vardı, okuyup yararlandım. Bugün yayınladığım yazı da aynı sayıda yer alıyordu. Yazıyı Millî Gazete’nin değerli okuyucularının dikkatine sunmayı gerekli gördüm. Buyurun:
“Şu serilmiş görünen gölgeme imrenmekteyim…
Ne saadet, hani ondan bile mahrumum ben.
Daha bir müddet eminim ki hayatın yükünü,
Dizlerim titreyerek çekmeye mahkûmum ben.
Çöz de artık yükümün kördüğüm olmuş bağını,
Bana çok görme, İlahi bir avuç toprağını!...”
(Resmim İçin, 1935)
Bir sanatçı, özellikle de bir şair duyarlığı içinde altı mısrada kendi hayatını özet olarak ifade ederken, burada insanın hayat karşısındaki genel tavrını da bir anlamda betimlemiştir, diyebiliriz. Hayat, bir yönüyle insanın yaşayarak tamamlayacağı bir süreç olarak uzanır, ama tamamlanan safhaları birtakım algılamalar ve izlenimler biriktirerek adeta bir gölgeye dönüşür. Bunun bilincinde olunması, yaşanmış olunanın gerçekliğini hoşnutluk içinde kabullenilmeyi getiriyorsa, insanın kendi varlığını içten kavramasının da bir göstergesi sayılabilir. İşte o kavramayı sağlayanın önemi ve belirleyiciliği burada kendini ortaya koyar. Mehmet Akif Ersoy için kavramayı sağlayan sanattır, ama o aynı zamanda hayatın bizzat kendisidir. Bu bağlamda onun yaşadığı hayat, aslında sanatının yavaşa yavaş oluşarak bütünleşmesidir. Bir başka söyleyişle, Mehmet Akif Ersoy, diğer herhangi bir insan gibi hayat sürecini yaşarken, aynı zamanda sanatını örerek gerçekleştirmektedir. Aksi durumda da, sanatını oluştururken gerçekte hayat sürecini safha safha tamamlamaktadır.
Bir bakıma, böyle genel bir gözlem, birçok sanatçı için de yapılabilir. Ancak arada, hemen farkına varılamayacak ince bir çizginin bulunduğu, öncelikle söylenebilir gözükse de, Mehmet Akif Ersoy’da, hayatın ve sanatın ayrı olgular, gerçekleşenin farklı etkinlikler şeklinde algılanmaması ve kavranmamasıdır. Nitekim sadece hayatına öncelik ve ağırlık veren bir anlayışla yaklaşıldığında edinilen duygu ve izlenim ne kadar çekici ve imrenilecek nitelikte gözükse bile, eksik kalmış gibi duracaktır. Benzer şekilde, sadece sanatına öncelik ve ağırlık veren bir incelemeye başlandığında da, sanatının, adeta dayanağı yeterince açığa çıkarılamamış duygusunu verecek bir niteliğe bürünecektir. Sözgelimi şu mısralarda sanatını, şiirini tanımlayıp nitelendirirken, aslında hayatını da örtük bir biçimde anlatmaktadır:
“Bana sor sevgili kari’, sana ben söyleyeyim,
Ne hüviyette şu karşında duran eş’arım:
Bir yığın söz ki, samimiyeti ancak hüneri;
Ne tasannu’ bilirim, çünkü, ne san’atkarım.
Şi’r için “göz yaşı” derler; onu bilmem, yalnız,
Aczimin giryesidir bence bütün asarım!
Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem;
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bizarım!
Oku, şayed sana bir hisli yürek lazımsa;
Oku, zira onu yazdım, iki söz yazdımsa.”
(Safahat, Birinci Kitap)
Gerçekten Mehmet Akif Ersoy’un hayatının dönemeçlerine, yaşadıkları olaylara, karşılaştığı sorunlara baktığımızda, onun izdüşümü sanatının da gerçekleşmekte olduğunu görürüz. Ancak hayatın somut gerçekliği karşısında takınılan tavır ile sanatın oluşum süreci, birbirini destekleyip beslemelerine rağmen, farklı bir yol izlerler. Böyleyken, her iki olgunun dayandığı ilkelerin, bağlı olunan değerlerin farklı olmadıkları hemen kendini ortaya koyarlar. Bu bizi, insan olarak inanmış bir kişiliğin açık, saf; kendine karşı dürüstlüğü ve diğer insanlara karşı doğruluğu ilke edinmiş, ahlaki erdem olarak benimsemiş bir kişiliği karşı karşıya getirir. Bu kişilik, düşünce ve dünya görüşünü benimsemeyenlerin bile, ilke ve değerlere bağlılığını yansıtan erdemleri bakımından onayladıkları bir kişilik olarak ortaya çıkar. Fakat kişiliğinin bu niteliğini bir farklılık, üstünlük ve ayrıcalık öğesi şeklinde, değil öne sürmek, özlediği ve bir anlamda hedef olarak tasavvur ettiği kişiliklere kıyasla yeterli görmez. Kendisini acz içinde görür, ama bundan yakınmaz, aşağılayıcı bir tavır ve duyguya yönelmez. Hayatın anlam ve değerini anlayarak kavramak, kişiliğin temelini oluşturur ve onun gereği sorumluluğu üstlenerek mahiyetine ve amacına uygun gerçekleştirmek, gerçek insan, bir diğer adıyla gerçek Müslüman olmak anlamını içkindir. Onun için kişiliğiyle sanatı farklı temellere, içeriklere, anlamlara, amaçlara, niteliklere, özelliklere tavırlara dayandırılıp ayrılamazlar.
Bu bağlamda Mehmet Akif Ersoy, kendine ait hayatını yaşarken, sanatını oluşturmuş, bunların bir dile getirme biçimi ve biçemi (üslubu) olan şiirini de yazmıştır. Sözgelimi, Çanakkale Savaşları’nın o ölüm-kalım dönemecinde, görevli gittiği Necid çölünün kızgın kumlarında yaşadığı duygu karmaşasını “Çanakkale Destanı” şiiri olarak dile getirmiştir:
“Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tahaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde-gösterdiği vahşetle “bu: bir Avrupalı”
Dedirir-yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi yahut kafesi!
Eski Dünya, Yeni Dünya, bütün akvam-ı beşer,
Yedi iklimi cihanın duruyor karşına da,
Avustralya’yla birlikte bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sade bir hadise var ortada; Vahşetler denk,
Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela…
Hani ta’una da züldür bu rezil istila!”
Şiirde betimlenen durum, bilindiği üzere başta Britanya/İngiltere İmparatorluğu olmak üzere Batı emperyalizminin Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde kalan toprakların paylaşımı mücadelesidir. Bu paylaşımın kilit noktası Anadolu’dur ve burada ortaya çıkan direniş İstiklal Savaşı’nı başlatacaktır. Mehmet Akif Ersoy, bu İstiklal Savaşı’na hayatı ve sanatıyla katılacaktır. Bu yüzden, hayatı gibi sanatının oluştuğu ortam ve atmosfer, insanın, toplumun ve devletin, aynı zamanda İslam Uygarlığı’nın bir varlık mücadelesi anlamına da gelmektedir. Cephede savaşan askerlerin yanında, cephe gerisindeki insanların ve toplumun da ruhsal dünyasının, düşünce ve duygularının canlı tutulması gerekmektedir. Burdur’da, Kastamonu’da, Edirne’de, Ankara’da, İstanbul’da ve başka yerlerde Mehmet Akif Ersoy’un çeşitli faaliyetlerde bulunması bu bağlamda değerlendirilmelidir. Farklı görevle üstlenmesi, onun hayat ve sanatı yoluyla sorumluluğunu yerine getirme yönünde bir farklılık göstermez.
Mehmet Akif Ersoy’un sanatı, dolayısıyla şiiri, önceki Divan Şiiri’nin, özellikle Aruz ölçüsüne dayansa da, hem kullanılışı, özellikle de içeriği bakımından bütünüyle, yeni değil, yenilikçidir. Onun sanatı ve şiiri, insanı, toplumu, düşünce ve uygarlık bağlamında, gündelik gerçeklikleriyle ele alır, inceler, sorgular, eleştirir, irdeler ve yorumlamaya çalışır. Ayrıca sadece kendi dünyası ve sınırları içinde yapmaz bütün bunları. Şöyle veya böyle ilişkide bulunduğu, bulunmak gereğiyle karşı karşıya durduğu Batı Uygarlığı’na dikkat edilmesine de göndermelerde bulunur. Bilimde, düşüncede, sanat ve teknikte Batı Uygarlığı’nın ulaştığı noktayı nesnel bir şekilde sorgulamayı, eleştirmeyi ihmal etmeden, Müslüman toplumların bilim, düşünce, sanat ve teknik düzeylerini araştırıp tesbit etmeleri zaruretini vurgular. Sanat ve şiirinde insanı, toplumu gerçeklikleri içinde ele alıp sorunlarını irdelemeye çalışması, bir sanatçı olarak önemli bir yaklaşım ve adımdı. Nitekim şiirlerinde bu gerçekliği, adeta bir roman üslubu çağrışımı içinde anlatır, betimler, tartışır ve değerlendirir. ”Hasta”, “Küfe”, “Hasır”, “Geçinme Belası”, “Meyhane”, “Bayram”, “Selma”, “Seyfi Baba”, “Kör Neyzen”, “Koca Karı ile Ömer”, “Mahalle Kahvesi”, “Köse İmam”, “İki Arkadaş Fatih Yolunda”, “Berlin Hatıraları”, Safahat/Yedinci Kitap, “Asım” vb, deyim yerindeyse şiir biçiminde betimlenmiş “romanesk” metinlerdir.
Şiirini bu üslupla kurmaya bir bakıma mecbur kaldığının gerekçesi sayılacak bir mazerette de bulunur:
“Viranelerin yasçısı baykuşlara döndüm,
Gördüm de hazanında bu cennet gibi yurdu!
Gül devrini bilseydim onun, bülbül olurdum;
Ya Rab, beni evvel getirseydin ne olurdu?...”
(Kıt’a, Ağustos 1935)
Ne var ki, umudunu besleyen kaynağın varlığına olan inancı durmaktadır:
“Kasr-ı Gülşen’sin evet, lakin gönüller şen değil,
Durduğum, mazine hürmet, yoksa neşvemden değil,
Var mı loş sinende canandan kalan nur izleri?
Ey yeşil yurt, istenen senden odur, sinen değil…”
(Kasr-ı Gülşen, 4 Eylül 1934”
Bütün bunların üstünde;
“Hepsi göçmüş, hani yoldaşlarının hiçbiri yok!
Sen mi kaldın, yalnız kafileden böyle uzak!
Postu sermekse meramın yola serdirmezler;
Hadi gölgenle beraber silinip gitmene bak.”
(Resmimin Arkasına, 1935)
dese de, Mehmet Akif Ersoy, düşünceleriyle, sanatıyla, örnek alınacak erdemli hayatıyla yaşıyor. İyi ki, yaşıyor!