Medeniyet inşaattan mı geçer?

Abone Ol

Evet, yol medeniyettir. Bayındırlık faaliyetleri medeniyetin gereğidir. Ancak, yaptığınız yol gerçekten de bir medeniyete hizmet ediyorsa, giriştiğiniz imar faaliyetleri rant yerine ortaya gerçekten de kalıcı ve güzel eserler bırakıyorsa, yol da bayındırlık da medeniyettir. Yani, yolu yapan, medeniyete katkı yerine rantı; binayı diken, bir eser kazandırma bilinci yerine menfaati ön plana aldıysa, o şehre, o beldeye medeniyet değil sadece beton yığınları kazandırırsınız.

“Medeniyetle yapılaşmanın ille de bir bağının olması gerekir mi ” diye bir soru ortaya atılabilir mesela. Veyahut “yapılaşma bir medeniyetin olmazsa olmazı mıdır ” diye sormak da gerekir. Elbette ki, insanoğlu tekamül ediyor, önceki nesillere ve çağlara göre daha büyük bir bilgi birikimi, teknolojik donanım ve daha ileri hayat koşullarına sahip oluyor. İmkanlar arttıkça koşullar iyileşiyor, hem ulaşım için hem yerleşim için yeni yapılara ihtiyaç artıyor. Bu yönüyle, medeniyet için yapılaşma gerekli gibi görünüyor.

Ancak işin bir de şöyle bir yönü var. Dünyanın en müreffeh ülkeleri olan İskandinav ülkelerine bakıyorsunuz, şehirleşme bizdeki kadar azgın değil, şehirler apartmana, yüksek katlı binalara boğulmamış. Yol uğruna çevre, doğa ikinci plana itilmemiş. Ormana, yeşile saygıdan zerre şaşılmadan, hatta onların hakkını gasp etmeden bir yapılaşmaya riayet ediliyor. Medeni ülkelerin çoğunda da böyle olduğunu hesaba katınca, yapılaşmanın tek başına medeniyet için yetmediği, bilinçli bir yapılaşmanın olması gerektiği ortaya çıkıyor.

Saksıdaki çiçeği bile arazi rantının bir parçası gibi görmeye uzanan bir çarpık kafa, her boş bulduğu yere bir bina kondurarak, bir yol geçirerek güya “medeniyet” taşıyor her yere. Binaların yükseklikleri arttıkça, yeşil alanların yoğunluğu yerini betonun grisine bıraktıkça daha çok geliştiğimizi, daha fazla kalkındığımızı düşünüyoruz. Gelişmişliğimizden emin olmak için binaların yüksekliğine ve çokluğuna bakıp ikna olmaya çalışıyoruz adeta. Kendimizi kandırıyoruz.

Yeni şehirler kurarken bir yol haritasının, estetik bir anlayışın olmaması kabul edilebilir mi Bir ünlü mimar, TOKİ’nin yaptığı binaların “mimarsız” binalar olduğunu söylerken çok haklı. Gerçekten de bu binaları bir mimar çizmiş olamaz dedirten cinsten bir garabet var önümüzde. İnsanın ihtiyacını da, ruh halini de, yapıldığı yerin kimliğini ve dokusunu da zerre dikkate almayan yapılar bunlar. Her yere, her şehre, sahip olduğu özelliklerin hiçbirine bakmadan, yapıldığı şehre uyum sağlayıp sağlamayacağı üzerine bir saniye bile düşünülmeden dikilmiş kibrit kutuları sadece. Evet, insanlar başlarını sokabilecek bir barınağa sahip oluyor ama siz “yeni şehirler” kurma ve mevcutları da imar etme iddiasındaysanız, ortaya şehre uyan bir eser koymak durumundasınız. Yoksa, yaptığınız sokağı, caddesi, ruhu olmayan apartman yığınları oluyor.

Burada işin gelip tıkandığı yer, bir felsefeye, bir düşünceye, bir iddiaya dayanabilmek. Yaptığınız işin tek mantığı rant eksenliyse, ortaya konan da bina oluyor, “eser” veya “şehir” olmuyor. İçi boş “Osmanlı-Selçuklu sentezi” laflarına itibar eden var mı acaba Bir binanın kapısına, penceresine veya girişine sekizgen koyunca Selçuklu oluyor, düşünün halimizi. Osmanlı’nın şehir üzerine yorduğu kadar kafa yormadan, insanı merkeze almadan yapılan işler kof oluyor tabii. İnsanı boğuyor sadece.

İstanbul özelinden gidersek, şehrin merkezi yerlerindeki korular, yeşillikler, ormanlara göz dikilmiş durumda şimdi. Mesela Koşuyolu’ndaki Validebağ Korusu, rant şövalyeleri için müthiş bir fırsat. Bir punduna getirip bir yerinden girebilseler, muhtemelen orayı da tarumar edecekler. İnsanların ortak kullanım alanlarına sahip olduğu, kamu yararının tüm diğer kişisel yararlardan öncelikli olduğu hatırlanmayınca, güzelim bir koru bile iç edilmek istenebiliyor.

Medeniyeti, insan önce düşüncede arayacak, zihniyette arayacak. Sonra bunu yola, binaya vs tahvil edecek. Öyle olmadığından “betona tapan” bir medeniyete doğru gidiyoruz son sürat. Bu ağaçlar, bu ormanlar da hesap soracak bizden.