Mecruh gönüllere şifa niyetine

Abone Ol

Bir muharririn Osmanlı Türkçesi lisanı ile eslâfımızın âsârı mübarekelerinden yaptığı iktibaslarla tezyin edilmiş, lisanı anlayanlara sıcak bir tebessüm, anlamayanlara lügate bakma zahmeti veren bir makale kaleme aldığını tahayyül edin. Üstelik bu makalenin mevzuu Osmanlı Türkçesi lisanının ehemmiyeti olmasına rağmen, bunu Latin harfleriyle izah etmek gibi bir çelişki içerisinde olsun. Kendi adını dahi, öz lisanı ile yazamayan, kitabının başına attığı hicri takvimi Latin alfabesi ile yazan muharririn içinde bulunduğu tenakuz ne acıdır. Bu makalenin ve bu tenakuzun ne kadarını anlamaya matuf oluruz. Makale nihayete erince öylece kalakalır mıyız? Yahut Osmanlı Türkçesi lisanının gönlümüze vermiş olduğu haz bizi mazimizin muhteşemliğine kanatlandırmaya kâfi gelir mi?

Buyurun o halde; şiir şuura, edebiyat hayata, hayat da hakiki olan aşka götürsün bizleri:

Varalım kûy-i dilârâya gönül hû diyerek,

Kokalım güllerini gonca-i hoşbû diyerek,

Şerbet-i lâl-i hayâli bizi öldürdü meded

Gidelim kûyine yârin bir içim su diyerek

O kûya giden yolun güzergâhı hiç şüphesiz bu dünyadan geçer. Laibün ve lehvün ve zînetün ayeti mucibince ilahi emirlerde bahsedile gelen dünya… Hâl böyle iken ahiret azığını heybeye almak için nâmütenâhi olan öte dünyanın mezrâsı olan fâni dünya... Bu dünya ile alakalı çokça yazılmış çokça söylenmiştir. Modern Türk şairi “bizler misafiriz dünya misafir terlikleri” dese de okuyucunun o terlikleri çıkarmaya hiç niyeti yoktur. Şair ise dünya üzerine bir hançer gibi çeker beyitlerini; dünya bahçesinin hem sonbaharından hem baharını gördüğünden dem vurur;

Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz

Biz neşâtın da gamın da rûzgârın görmüşüz

Dünya kelime itibariyle aşağıda olan demektir. Deniyyet, aşağılık... Ne kadar aşağı desek de insanoğlu hep o aşağı içerisinde yukarı olmayı arzular. O yüzden olsa gerek şair beyitlerin devamında; dünya saltanatını sür amma fazla gururlanma! diye nasihat etmiştir. Niyet okumayalım, şiir okuyalım ve devam edelim! Zira sarhoşluğun bir de ertesi sabah mahmurluğu vardır:

Çok da mağrûr olma kim meyhâne-i ikbâlde

Biz hezârân mest-i mağrûrun humârın görmüşüz

Kibir kulelerinde makam putu inşa edenlere de iki çift lafı vardır Urfalı Nabi’nin. Zira ‘‘inin o kibir kulelerinden!’’ diyen malum politikacıların bir bir ikaz ettiği politikacıların kulesine çıkmak için sıraya girdiği çağlara çok uzaklardan seslenmiştir şair. Ve demiştir ki: bir gün o kibir kuleleriniz yıkılış âhının topuna karşı duramaz. Siz makam kalelerinizde gönül eylerken biz nice makam kalelerinin yıkılışını görmüşüz demektedir:

Top-ı âh-ı inkisâra pây-dâr olmaz yine

Kişver-i câhın nice sengîn-hisârın görmüşüz

 

Şiir uzar gider… Zaman geçer, şiire birçok nazireler yazılır. Nazire edebiyatı ayrı bir güzellik, ayrı bir makalenin konusu. Fakat Mahir İz Hoca’nın hatıratında okumakla şeref yâb olduğum Amasyalı Cûdi Efendi’den bir nazireyi iktibas etmeden geçemeyeceğim:

Hep geçen mecrûh geçmiş bu güzergehden meger

Nakş-ı pây-ı evvelîn üstünde demler görmüşüz.

Amasyalı Cudi Efendi yazar, biraz daha yaralar insanı: ‘‘Bu dünyadan geçenler hep yaralı geçer, eskilerin ayak izleri üzerinde ne kanlar görmüşüz."

Buna mukabil Muhyiddin Raif Bey aynı gazele yazdığı nazirenin sonunu şöyle bitirir:

‘‘Uçlarından gerçi kan damlar kalemler görmüşüz.’’ Bir kalem nasıl kan damlar? Bir şaire bu mısrayı hangi dert söyletir diye tefekkür ederken; yıllar yıllar sonra Üstat Necip Fazıl Kısakürek, hitabesinde ‘‘bu gençliği karşımda görüyorum’’ diyerek feryad-u figan eyler: ‘‘Maya tutması için otuz küsur yıldır, devrimbaz kodamanların viski çektiği kamıştan borularla ciğerimden kalemime kan çekerek yırtındığım, kıvrandığım ve zindanlarda çürüdüğüm bu gençlik karşısında, uykusuz, susuz, ekmeksiz, başımı secdeye mıhlayıp bir ömür Allah'a hamd etme makamındayım.’’

Osmanlı Türkçesi lisânına lüzum olan ehemmiyeti gösteremeyen ama sonuna kadar Osmanlı edebiyatı icra eden Devlet-i Âli Osman’ın ahfâdı olmakla mağrur olan biz mukallitler... Ruhsuz, estetikten yoksun, modern şiiri görünce feryâd-u figân mı edelim? Elimizde kalan bir avuç şiir ile mi avunalım? Derviş Yunus’un çığlığını kendimize yoldaş mı edinelim:

‘‘Kastım budur şehre varam/ feryâd figan koparam’’