Macaristan-Sırbistan sınırında bir bayan gazetecinin canhıraş halde sınır içine doğru koşuşan baba-kız mülteci aileye çelme takışını hatırlarsınız.
Bu davranışından ötürü gazeteciye, çaresiz ve korumasız insanlar karşısında “ahlâki” davranmadığı gerekçesiyle, kamuoyunda oldukça sert tepkiler yükselmişti.
Bu tepkilerin en önemli sebebi, mültecilerin o günlerde henüz ülkelerindeki kaostan kurtulmaya çalışan mağdurlar olarak görülmelerinden kaynaklanıyordu.
Yaşanan bu mağduriyetin çerçevesini Z. Bauman, Kapımızdaki Yabancılar isimli eserinde net bir şekilde tasvir ediyor:
“ …Bu sıçramanın nedeni ‘yıkılan’ ya da zaten yıkılmış olan devletler ya da nereden bakılırsa bakılsın devletsiz ve dolayısıyla hukuksuz topraklardır; sonu gelmez kabile ya da mezhep savaşları, kitle katliamları ve kıran kırana devamlı eşkıyalıkların sahne olduğu topraklar. Bu, büyük ölçüde Afganistan’a ve Irak’a düzenlenen, ölümcül şekilde yanlış değerlendirilmiş, talihsiz ve vahim askeri seferlerin ikincil hasarıdır. Gayrisafi milli hâsıla hırsı içindeki hükümetlerin örtük desteğiyle, kâr hırsı içindeki silah endüstrisi tarafından beslenen ve kontrolden çıkan küresel silah ticaretinin yardımı ve suç ortaklığı sayesinde bu seferler diktatörlük rejimlerinin yerine sürekli açık bir kuralsızlık tiyatrosunun ve şiddet çılgınlığının geçmesiyle sonuçlandı. Keyfi şiddet düzeni yüzünden evlerini ve kıymetli mülklerini terk etmeye itilen mültecilerin, ölüm tarlalarından kaçacak sığınak arayan insanların akını, çorak topraklardan çimlerin yeşil olduğu yerlere gitme insani arzusuyla hareket eden ‘ekonomik göçmenler’in sabit akışını aştı: Gelecek vaat etmeyen verimsizleştirilmiş topraklardan fırsat bolluğu içindeki hayal diyarlarına.”
Dolayısıyla çelme atılan mülteciler, Bauman’ın dile getirdiği bu “keyfi şiddet düzeninin” mağdurları olan “çaresiz insanlar” şeklinde değerlendiriliyordu.
Aylan bebeğin tüm dünyada vicdanları sızlatan görüntüsü üzerine dile getirilenler de yine bu düşüncenin yansımaları oluyordu.
Ne var ki, bugün gelinen noktayı değerlendirdiğimizde bu bakış açılarının büyük ölçüde değiştiğini gözlemliyoruz.
Kendi ülkesinin sınırlarında benzeri bir an yaşansa, Macar gazeteci gibi davranacak kişilerin sayısının ne denli artışa geçtiği düşüncesine kapılıyoruz.
Peki, insanları böylesi bir davranış değişikliğine iten şey nedir?
Bu sorunun cevabı aslında çok da zor bir cevap değil. Bildiğimiz ve çoğu zaman öznesi olduğumuz bir durum.
Yine Bauman’dan devam edersek, olan şey aslında şu: “Şokların kaderi normalliğin rutinine dönüşüyor. …Avustralya’dan sığınma talep eden ve kendilerini Woomera’nın dikenli tellerine atan ya da karasularına girmelerini önlemek için Christmas Island ve Nauru’da Avustralya hükümeti tarafından inşa edilen toplama kamplarına kapatılan Afgan mültecileri şu anda kim hatırlıyor? Ya da BM Mülteciler Yüksek Komiserliği tarafından haklarından mahrum bırakıldıktan sonra Kahire’nin merkezinde polis tarafından öldürülen onlarca Sudanlı sürgünü?”
Ölümlere, acılara, kayıplara alışıyoruz ve normalleştiriyoruz. İlk olduğunda şok etkisi yapan bir olay belli bir süre sonra sıradanlaşıyor.
Ama mültecilere yaklaşım konusunda yaşanan değişimi etkileyen unsur yalnızca normalleştirme ile açıklanamaz.
Zira normalleştirme vicdan sızlamasını engellemeyebilir. İşte bu durumda vicdan rahatlatmaya yarayacak işlevsel bir mekanizma devreye giriyor: Ahlâki panik.
Stanley Cohen’in dile getirdiği “ahlâki panik” kavramı, ortak değerler ve çıkarlara tehdit olarak görülen kötülükler karşısında toplum geneline yayılan korku hissini ifade etmek üzere kullanılıyor.
Böylesi bir korku hissini oluşturacak ve yaygınlaştıracak itici güç ise medya organları oluyor.
Mülteciler üzerinden düşünüldüğünde, oluşturulan bu ahlâki paniğin düzeyi kolaylıkla anlaşılabilir.
Ülkeye yönelen mültecilerin suç makinesi gibi gösterilmeleri, vatanları için dahi savaşamayacak korkaklar olarak nitelendirilmeleri elbette tesadüfî değildir.
Bir ülke başkanının, elinde iPhone telefon olduğunu özellikle belirttiği bir mültecinin kendisiyle birlikte çocuklarını lastik bota bindirmesini, çocukların istismarı olarak değerlendirmesi, ahlâki panik çerçevesinde yürütülen “insandışılaştırma” çabalarının bir yansıması olmaktadır.
Ailesine ya da ülkesine sahip çıkamayan ve korkulması gereken kişi haline getirilen mülteci, ortadan kaybolduğunda vicdanları rahatsız edemeyecektir.
Adeta istenmeyen mülteci ortadan kaybolunca zaten sorun ortadan kalkmış olacak ve huzurlu yaşama devam edilecek zannediliyor.
Peki ya gerçekten, öyle mi?
Yorum yazarak Milli Gazete Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Milli Gazete hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Milli Gazete editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Milli Gazete değil haberi geçen ajanstır.
Şimdi oturum açın, her yorumda isim ve e.posta yazma zahmetinden kurtulun. Oturum açmak için bir hesabınız yoksa, oluşturmak için buraya tıklayın.
Yorum yazarak Milli Gazete Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Milli Gazete hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Milli Gazete editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Milli Gazete değil haberi geçen ajanstır.