“Beni güzel hatırla
Bunlar son satırlar
Farz et ki bir rüyaydım esip geçtim hayatından
Ya da bir yağmur, sel oldum sokağında
Sonra toprak çekti suyu canına
Yok olup gittim, bekli bir rüyaydım senin için
Uyandın ve ben bittim”
| Mikail Müşfik
*
· “De ki: Bizim başımıza ancak Allah’ın bizim için yazdığı şeyler gelir. O, bizim mevlamızdır. Öyleyse müminler, yalnız Allah’a güvensinler.” (Tevbe, 51)
*
· “Resulûllah (S.A.V.) şöyle buyurdu: Nerede olursan ol Allah’a karşı gelmekten sakın; yaptığın kötülüğün arkasından bir iyilik yap ki bu onu yok etsin. İnsanlara karşı güzel ahlâkın gereğine göre davran.” (Tirmizi, Birr, 55)
*
Cumartesi
Toplumsal Yozlaşma-Öfke ve Şiddet
Tarihsel olarak insan topluluklarının bir arada yaşayabilme kapasitesi, büyük oranda duygularını anlamlandırma ve yönetebilme becerilerine bağlı kalmıştır. Aristo'nun insanı “zoonpolitikon” yani toplumsal bir varlık olarak tanımlaması, yalnızca onun politik katılımını değil, aynı zamanda duygusal uyum yeteneğini de içerir. Bu noktada, çağlar öncesinden gelen Stoacı filozof Seneca'nın öfke üzerine söyledikleri, bugünün karmaşık toplumsal dokusu içinde daha da büyük bir anlam kazanıyor. Öfkenin bireysel değil, kolektif bir hastalık hâline geldiği modern toplumlarda, şiddetin sistematikleşmesi, artık yalnızca sosyolojik bir problem değil, aynı zamanda bir etik krizin dışavurumudur.
Seneca’ya göre öfke, diğer tutkular gibi edilgin bir şekilde ortaya çıkmaz; kendini ifşa etmeye, bir biçim kazanmaya, dışa taşmaya eğilimlidir. Bu yönüyle öfke, yalnızca bireyin iç dünyasının bir yarılması değil, aynı zamanda kamusal alana yönelen potansiyel bir tehdit olarak da okunabilir. Modern çağda, özellikle metropol yaşamının yarattığı sürekli gerilim hâli, bireylerdeki öfke potansiyelini olağanüstü biçimde yükseltmiş, sabır ve sükûnet gibi kamusal erdemleri ise kıymetsizleştirmiştir. Günümüzde öfke, çoğu zaman bir hak arayışının değil, benliğin yüceltildiği narsistik bir dürtünün aracına dönüşmektedir.
Toplumsal yozlaşmanın merkezinde, ortak etik değerlerin silikleşmesi yer alır. Bu süreç, bireylerin yalnızca eylemlerinde değil, duygularında da deformasyon yaratır. Başta öfke olmak üzere, şiddet üretmeye meyilli duygular, yozlaşmış bir toplumda neredeyse meşrulaştırılmıştır. Öyle ki, öfke artık yalnızca bir tepki biçimi değil, neredeyse bir karakter özelliği olarak yüceltilmektedir. Oysaki Seneca'nın ifadesiyle "öfke, cezalandırmaya teşnedir" ve böyle bir eğilim, barış içinde yaşama idealine taban tabana zıttır.
Kolektif öfke hâlleri, yalnızca bireysel duygulanımların toplamı değildir. Toplumsal yapılar, medya ve siyasal otoriteler bu duyguyu örgütleyebilir, yönlendirebilir ve hatta kutsayabilir. Örneğin, günümüz dijital çağında, sosyal medya platformları bireysel öfkenin anonimleştirilerek kitlesel bir şiddet diline dönüşmesine olanak sağlamaktadır. Bu durum, Michel Foucault'nun güç ve bilgi ilişkisine dair analizlerini hatırlatır: Öfkenin yönetimi de bir iktidar pratiğidir ve bu pratiğin amacı, çoğu zaman adalet değil, tahakküm kurmaktır.
Bu bağlamda öfke, etik bir mesele olmanın ötesine geçip estetik bir problem hâline de gelir. Zira duyguların ifade biçimleri de bir estetik tercihtir. Şiddet, estetik açıdan deformasyonun ve ölçüsüzlüğün ürünüdür. Oysa klasik anlamda erdem sahibi insan, duygularını ölçü, uyum ve denge içinde yaşar. Bu noktada stoacı bilgelik, bireyin sadece düşüncelerine değil, duygularına da hâkim olmasını öğütler. Seneca’nın belirttiği gibi, "en güvenilir erdem, kendini uzun uzun değerlendiren, yavaşça ve tasarlayarak davranandır." Bu tür bir kendilik bilinci, toplumsal barışın ilk taşıdır.
Öfkenin sistematikleştiği ve kurumsallaştığı toplumlarda adalet fikri de sakatlanır. Zira adalet, nesnellik ve ölçüye dayanır; öfke ise doğası gereği keyfidir. Bu nedenle öfke ile adalet arasında hiçbir zaman sürdürülebilir bir bağ kurulamaz. Eğer bir toplumda adalet mekanizması öfkeye göre şekillenmeye başlamışsa, orada hukuk değil, linç kültürü hâkim olmaya başlar. Bu da yalnızca bireylerin değil, toplumun tüm dokusunun çürümeye başladığının göstergesidir.
Öyleyse çözüm nerededir? Çözüm, öncelikle bireyin kendini bir "ahlaki fail" olarak görmesinde yatar. Yani yalnızca başkalarının kusurlarını değil, kendi iç çelişkilerini de teşhis edebilmesinde... Seneca'nın önerdiği gibi, bireyin kendine şu soruyu sorması gerekir: “Bu tip bir şey yapmadığıma gerçekten emin miyim?” Bu türden bir içe dönüş, bireyi yalnızca öfkesini yönetmeye değil, aynı zamanda daha yüksek bir etik bilinç geliştirmeye de yöneltir.
Sonuç olarak, toplumsal yozlaşmanın bir semptomu olan öfke ve şiddet, bireysel bir denetimle bastırılamaz. Ancak etik duyarlılığın, estetik zarafetin ve düşünsel derinliğin iç içe geçtiği bir kültürel ortamda dönüşebilir. Çünkü öfkenin zıttı yalnızca sükûnet değil, bilinçtir. Ve bilinç, her şeyden önce kendini tanıyan, kendini sınırlayabilen insanın erdemidir. Ne öfke bir cesaret türüdür, ne de şiddet bir güç göstergesi. Gerçek cesaret, öfkeye rağmen sakin kalabilmektir; gerçek güç, yıkmak değil, onarmaktır.
Pazar
Yıkılarak Yenilenen Çirkinlik
Modern şehirler kuracağız derken, kaç nesli çarpık kentleşmenin kurbanı ettik? Yalnızca mekânları değil, değerleri de dönüştürdük. Geleneksel insan ve çevre anlayışını yansıtan mahallelerin, taşın ve ahşabın ruhuyla şekillenmiş sokakların yerine, doğaya, insana ve kadim değerlerimize başkaldıran yapılar inşa ettik. Bu başkaldırı, yalnızca fiziki yapılarda değil, hayatın kendisinde yankı buldu. Kendi ellerimizle bizi bize yabancılaştıran şehirler kurduk.
Ne öykünülen Batı’nın birey merkezli modernliğine ulaşabildik, ne de kendi geleneğimizin cemaat merkezli şehir estetiğini koruyabildik. Ortaya çıkan şey ne tam anlamıyla bir şehir ne de bir medeniyet alanıydı. Bu yeni yapılaşmaların içinde, tarih silindi, mahalle çözüldü, komşuluk yok oldu. İlişkiler yüzeyleşti, mekân anlamını yitirdi. Şehir, insanı besleyen değil, onu tüketen, yalnızlaştıran bir organizmaya dönüştü.
Bugünkü şehirleşme tarzı, ne sağlamlığı önceleyen bir mühendislik barındırıyor, ne estetik duyguyu yansıtan bir sanat anlayışı. Ne insanı temel alıyor, ne de doğayla barışık bir ilişki kuruyor. Geriye kalan, hem fiziksel hem de manevi anlamda mesnetsiz, temelsiz, referanssız bir kaos. Bu şehirlerden ne birey doğar ne de cemiyet inşa olur. Katlar yükseldikçe değerler alçaldı. Yer hafifçe sarsılsa, sadece binalar değil, hayatlarımız da yerle bir olacak gibi. Ve bugün artık fark ediyoruz ki, bu şehirlerden ancak onları yıkarak kurtulabiliriz. Fakat ne hazindir ki, biz yıktıkça güzelleşeceğine inandığımız bir çirkinlik modernleşmesi ürettik.
Tabiata, insana ve insanlığa dair bütün güzellikleri yitirdiğimiz gibi, doğanın gözümüzün önünde yanıp kül olmasına da kayıtsız kalıyoruz. Ormanlar yanıyor, dereler kuruyor, kuşlar susuyor; biz ise ekranlardan izlemekle yetiniyoruz. Bir zamanlar kutsal sayılan toprağın, ulu bir varlık gibi hürmet edilen ağacın yerini, metrekare hesabı, imar planı, kat karşılığı sözleşmeler aldı. Ormanlık alanların vasfını yitirmesi, imara açılması, artık ne haber değeri taşıyor ne de vicdanlarda karşılık buluyor. Toprağın çığlığı, betona gömülen tabiatın haykırışı kimsenin duymadığı bir dile dönüştü.
İmar rantı, hızla artan nüfus, büyüme arzusuyla birleşince, doğal olanın anlamı silinmeye başladı. Artık tabiat hadiselerinin bizlere verdiği ya da vereceği zararın yalnızca ölçüsünü tartışıyoruz. Kaç bina yıkılır? Kaç kişi hayatını kaybeder? Kaç milyonluk hasar olur? Oysa esas soru şu olmalı: Bu derin kayıtsızlık ne için? Hangi ihtiyaç, hangi inanç, hangi ideoloji bizi doğanın çöküşü karşısında bu denli sessiz kılabilir?
Belki daha fazla konfor için… Belki daha çok tüketmek, daha çok kazanmak için… Belki de insanın doğayla, kendi özüyle ve yaratıcıyla olan bağının çoktan koptuğu içindir bu sessizlik. Çünkü artık şehirlerimiz de bizler gibi: gösterişli ama içi boş, yüksek ama temelsiz, kalabalık ama yalnız. Ne doğayla ne de birbirimizle sahici bir bağımız kalmış gibi.
Oysa şehir, sadece binalardan ibaret değildir. Şehir, bir ruh halidir. Yalnızca taşın, toprağın değil; insanın, hafızanın, hatıranın biçimlenmesidir. Tabiat ise sadece arka fon değil, hayatın bizatihi kendisidir. Ne şehir, ne de tabiat; dışımızda, bizden bağımsız varlıklar değildir. Onlar, iç dünyamızın aynasıdır. Ve biz bu aynalarda artık kendimize rastlayamıyoruz.Hoşça bakın zatınıza…