Yıl 1981’dir. Vatandaşlarının Ümmü’l-Dünya olarak tanımladıkları Mısır’ın bağımsızlığı kutlanıyordur. Resmigeçit töreni esnasında devrin Cumhurbaşkanı Enver Sedat, Yüzbaşı Halid el-İslambuli ve arkadaşları tarafından 72 kurşunla görevinden hızla uzaklaştırılır. Bir yıl sonra İslambuli ve arkadaşları kurşuna dizilmek suretiyle idam edilir. Enver Sedat’tan boşalan Cumhurbaşkanlığı koltuğuna eski Hava Kuvvetleri Komutanı Hüsnü Mübarek oturur. Mübarek, İslambuli ve arkadaşlarının da bağlantısı olduğunu zannettiği İhvanü’l-Müslimin’in kökünü kazır. Otuz yıl boyunca devlet başkanıdır. 10 Şubat 2011 tarihinde yetkilerini yardımcısı olan Ömer Süleyman’a devredip görevinden istifa eder. Sonraki macerayı zaten bilirsiniz. Tahrir Meydanı, Rabia Meydanı, Muhammed Mursi, Abdulfettah Sisi tanıdığınız isimlerdir.
Fikri dergisinin Ocak sayısında Arapça repliklerle yayınlanan bir karikatürde, Aralık sonunda Mısır’da gerçekleşmiş bir mahkeme görüntüsü çizilmişti (Söz konusu mahkemeyi aynı tarihlerde bulunduğum Mekke’de naklen yayınlayan bir Suud televizyonunda sonuna kadar izlemiştim): Hüsnü Mübarek tanık koltuğunda ayak ayak üstüne atmış ahkâm kesmekte, sanık konumunda ve kafes içinde Muhammed Mursi, hâkim mahkûm tarafa doğru gaddar, tanık tarafa doğru saygılı, müşfik… Mahkeme sanki sabık Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’in artistlik yapabilmesi, ahkâm kesebilmesi için kurulmuş. Öyle rahat, öyle hadsiz, öyle hâkim konumda; Sina meselesini, Hamas’a yardımı, Hizbullah’la ilişkileri sorguluyor parmak sallayarak…
Bir tarih tekerrüründen söz etmek yersiz… Ancak oldum olası Mısır’ın ahvali, üstünde yaşadığımız toprakları getirmiştir aklıma. Hanedanmış gibi devlet yönetimi, otuz yıllık kayıp zamanlar, usulünce görünen ama köküne kadar usulsüz seçimler vs. bu toprağın insanının pek de yabancı olduğu şeyler sayılmaz. Altıyüz küsur yıl tek adam rejimine eyvallah diyen bir ecdadın torunları olarak memleket insanı elbette ilk fırsatta aslına rücu edecek; ihlal edilen özgürlük, adalet, eşitlik ve benzeri kavramları sorgulamayacaktır. Kaderinde zehir olsa radyasyonlu çay niyetine, ‘Ben içerim, bana getir’ cinsinden bir anlayış mayasında vardır. Ve nedense o kader yılmadan, usanmadan, hep aleyhine seyreder.
Bu toprağın insanı tüm uyarılara, işaretlere, göstergelere rağmen köprüden önceki son çıkışları ıskalamayı başarabilen; icabında köprüde kalmayı ve köprü olarak tutulmayı tercih eden, memleketinin Nazım dilinde “Dörtnala geldiği Uzak Asya’dan Akdeniz’e kısrak başı gibi uzanmasındansa” Asya ile Avrupa arasında mal taşınan ve daha çok Avrupa tarafının istifade ettiği bir köprü olmasını övünç sebebi olarak gören, hâsılı köprüleri, köprücüleri, köprülüleri seven bir millettir. Elbette köprü altları kimsesizler için kullanışlı bir sığınaktır. Kimseliler içinse görkemli köprüler inşa edilir ki üstünden modeli her geçen yıl yükselen araçlarıyla geçebilsinler ve dahi altlarında, geniş ve ferah yalılarda oturabilsinlerdir. Köprüler fena halde sevilir. Sıkışıklığa, trafiğe, yoğunluğa rağmen son çıkış göstergeleri görmezden gelinir. Karşıya geçme uğraşı, esenlik yurduna çıkmak addedilir. Sonrası yaşadığımız günlerdir. Ve yaşayacaklarımız… Yokluk, yoksulluk, yoksunluk, yok sayılma, çaresizlik, sömürü, istismar, kandırılmışlık, hamaset, ayrıştırma, yaftalama, karalama, umutsuzluk…
Zulmün bu dünyada da hesap verebilirliği tumturaklı bir yanılgıdır. Örneğini yukarıda serdetmiş olalım. Dahası bu topraklarda emperyalist, mandacı, statükocu, sahte demokrat, Amerikancı takılan hiçbir yönetici hesap falan vermemiştir. Daha da ilginci on yılda bir prova edilen darbelerde, o güne kadar veryansın eden millet, adeta muma dönmüştür. Daha daha fenası darbe sonraları iş olsun için önüne getirilen sandıklarda, yasaklılar falan hiç aranmamış, darbe yönetiminin öngördüğü yöneticiler yüzde seksenlerle, yüzde doksanlarla onaylanmıştır. Hayır, bu örnekler asla Mursi ve Sisi’ye has yaşanmışlıklar değildir.
Demem o ki köprüden önceki son çıkışı çoktan kaçırdık. Köprüden sonraki ilk çıkışa ulaşır mıyız bilinmez. Ulaşırsak millet olarak çıkışa doğru dümen kırar mıyız hiç bilinmez. Bilinen odur ki bizi üstünde tutan köprü fena halde sakattır. Halden, hayatın pahalılığından ve değersizliğinden, faturalardan, işsizlikten, işten çıkarılmaktan, iş bulamamaktan, kazanamayıp sürekli kaybetmekten, elim kırılsaydı da vermeseydimlerden, önceden böyle değildi sonra bozuldulardan ve daha bin türlü şeyden şikayetlenmeler beyhude olsa gerektir. Atlamak da beyhudedir, zira o sırada tam da oradan geçmekte olan bir cumhurbaşkanı konvoyuna denk gelip kendinizce geliştirdiğiniz çıkış yönteminden dahi edilirsiniz. Olur da şans eseri geçiverirsek, ilk çıkışı kollayın deriz.
Yorum yazarak Milli Gazete Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Milli Gazete hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Milli Gazete editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Milli Gazete değil haberi geçen ajanstır.
Şimdi oturum açın, her yorumda isim ve e.posta yazma zahmetinden kurtulun. Oturum açmak için bir hesabınız yoksa, oluşturmak için buraya tıklayın.
Yorum yazarak Milli Gazete Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Milli Gazete hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Milli Gazete editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Milli Gazete değil haberi geçen ajanstır.