Şehir ve kent ayrımı yapmanın günümüz göstergeleri ve eğilimleri açısından önemli bir zorluğu var. Bir tekdüzelik yahut vurdumduymazlık ile kendimizi “ne fark eder?” gibi ruhsuzluğa da bırakamıyoruz. Yaşadığımız, gördüğümüz, gezdiğimiz yerlere dair bir tanımlama gayreti sadır oluyor her daim. “Burası kent mi, şehir mi? Ya da her neyse…”
Tarihi şahsiyetiyle, teknik donanımıyla, siyaset tarzı ve kültür dağarcığıyla nerede bir ayırma yapmalı? Nereden meseleyi ele almalı? Hegel’in “zeitgeist” olarak ele aldığı meşhur bir kavramı var. Türkçemize “zamanın ruhu” olarak çevrildi. Bu yaklaşım özellikle tarihi olanla tarihsel olanın ayrımını bir gerçeklikle ortaya koyuyor. O da içinde yaşadığımız çağın ya da çözümleme yapmak istediğimiz zaman aralığının nesnel tinidir. Gerçekten de zamanımızın prangaları ile mi düşünüyoruz ya da prangaların atılabileceğinden haberdar mıyız?
Önce günümüzden başlayalım. İster kapitalist diyelim ismine istersek küreselleşme hangi düşünsel evrenin “tini” ile meşgulüz bakmak lazım. Doğru-yanlış, faydalı-zararlı, güzel-çirkin yahut ismine ne diyeceksek hangi kategoriden düşünüyoruz? Nazara aldığımız mihraklaşma ne üzere. Kanaatimce bir değer erozyonuna muhatap olduğumuz kadar, faydayı tabulaştıran da bir irtifadayız. Değerli ve önemli arasında bir sıkışmışlık yaşıyor, ruh ve şekil arasında sürekli gidip geliyoruz.
Eski olanı faydasız, yeni olanı değersiz hissediyoruz. Bir şeyler oluyor ama bir burukluk da duyuyoruz. Taaccüp ediyoruz. Tuhaf geliyor cümleler. “Ne var bunda bu kadar büyütülecek. Yıkalım yeniden yapalım”, “Daha büyüğünü yapalım”, “Eskiden ısınamıyorduk. Bak şimdi ne kadar rahat”, “Şuradan dört şeritli gidiş geliş dümdüz bir cadde açacaksın”, “Abartmamak lazım altlı üstlü bir çeşme”, “Yıllarca kimsenin aklına gelmemiş herhalde. Kaldıralım bunu buradan”, “Üzerine betonu da döktük mü daha sağlam olur”, “Cumaya kimse dışarıda kalmasın. Üç beş yeşillikten daha mı önemsiziz”, “Buralara çok katlı imar gelir. Akıllı ol!”…
Bir gerçeği açıkça söylemek gerek. Şehir denilen öyle günümüz insanını çok da tatmin eden bir şey değil. Çünkü faydayı değil, değeri merkeze alır. Kültürü, irfanı, derinliği, çok boyutluluğu, hikmeti esas alır. Sembolik ihtişamlıdır. Çevre ve insan idraklidir. Güzele dair bir iklime, düşünceye ve hikmete sahiptir. Sadece muhitine değil, dünyaya söyleyecek sözlüdür. Bundan dolayıdır ki üstat Turgut Cansever, “Mimarın görevi dünyayı güzelleştirmektir” der.
Sosyolojiye konu olan yönü ile organik ve mekanik toplum modelini konumuz itibariyle tasavvur edebiliriz. Çirkinleştirdiklerimizi bir tarafa koyarak söyleyelim kentler bu yönü ile tam da sanayi devriminin ritüellerine uygun olarak mekanik yapılar haline geldi. Devasa binalar, devasa caddeler, kent konseyleri, kent yaşamı, kent kuralları vesaire. Teknokratik planları ve teknolojik donanımları ile hepsi insanın faydasını esas alarak inşa edilmiş yapılar.
Mekanik modelin bir özelliği de insanı da mekanik bir düşünce biçimiyle ele almasıdır. Makineye has kavramlar bu itibarla insansılaşır. Bir makine gibi ruhumuz, toplum hatta devlet ya bozulur ya da işler. Randıman beklenir, kodlama yapılır, mühendislik icra edilir. Ancak arada bir sızlanmadan da edilemez, “40 dairelik bir binada oturuyoruz ama kimse birbirini tanımıyor” diye. Doğru. Bu bir sorun ancak bu binada komşuluk bağı geliştirilebileceğini düşünmek de ayrı bir sorun. Çünkü bu işin doğası budur zaten. Böyle bir ortamda, yoğunlukta komşuluk değil, en makul yönü ile yönetim olur. Mekanik yaşayıp da organik düşünmekte ne!
Tarumar ettiklerimizi bir tarafa koyarak söyleyeyim şehirler kendisini tam da geleneksel dokusu ve kokusu ile canlılığını korumaya çalışır. Küçük ve bahçeli evleri, sade eserleri, ahlaki müeyyideleri, adabı muaşereti vesaire. Şefkat ve merhamet donanımları ile hepsi insanın güzelliğini esas alarak oluşturulmuş yapılar.
Organik model özelliği ile bakıldığında ise bir bütünlük ve ruh vardır. Uzuvların birbirleriyle doğrudan münasebeti söz konusu. Bir yere bir diken batsa, bir yerden bir çıban çıksa bütün şehir onu hisseder. Bir canlı gibi ruhumuz, toplum hatta devlet hasta olur ya da sıhhat bulur. Fertlerin bilinçli katımı, sosyal mesafe dokusu, şehre karşı hisleri olur. Bu minvalde şehri ayakta tutan gelenek, zihnin ve gönlün terennümü olarak bir tasarımıdır. Geleneğin oluşmasına imkân veren de bu tasarımı ortaya koyan öz, kültürel muhteva, irfan, inanç ve tarihi tecrübedir.
İyi midir, kötü mü bilemiyorum ama bir garabet geçiş evresindeyiz. Ne diyeceğiz şimdi İstanbul’a, Bursa’ya, Urfa’ya ya da Bağdat’a, Şam’a, İslamabad’a…
Yorum yazarak Milli Gazete Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Milli Gazete hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Milli Gazete editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Milli Gazete değil haberi geçen ajanstır.
Şimdi oturum açın, her yorumda isim ve e.posta yazma zahmetinden kurtulun. Oturum açmak için bir hesabınız yoksa, oluşturmak için buraya tıklayın.
Yorum yazarak Milli Gazete Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Milli Gazete hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Milli Gazete editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Milli Gazete değil haberi geçen ajanstır.