İnişli-çıkışlı ittifak tarihinde 2011’e, hatta 2013’e kadar Türk-Amerikan ilişkilerine bir ad vermek o kadar da zor değildi. Nitekim birçoğumuzun hemen aklına gelen, ikili ilişkilerin “ruhuna” ve bu bağlamda oluşturulan “tanıma” uygun olarak telaffuz edilen ve yaygın olarak kullanılan “stratejik ortaklık” bunun en temel göstergesidir.
Fakat bu adlandırma; iki eşit aktör arasındaki bir ortaklıktan ziyade, ABD’nin tek taraflı yaklaşımına ve bu noktada Türkiye’ye biçtiği role daha uygun düşüyordu. Nitekim Ankara, Washington’un her dediğine “evet” dediğinde en güçlü stratejik ortak olarak nitelendiriliyor; yere-göğe sığdırılamıyordu.
Dolayısıyla Türkiye “iyi, uslu çocuk” rolünü oynadığı sürece ABD açısından bu adlandırmada ciddi bir sıkıntı yaşanmadı. Ta ki Ankara’nın “stratejik ortaklık” adının içinin boş olduğunu, bunun daha ziyade bir “yarı bağımlılık ilişkisi” anlamına geldiğini görmesine ve bu kapsamda Washington’dan ikili ilişkilere uygun, ortak bir tanım talebinde bulunmasına kadar...
Bu taleple birlikte Türkiye stratejik ortaklık tabirinin aslında ne anlama geldiğini çok daha net anladı. Zira başına gelmedik kalmadı. Daha da ötesi, “stratejik ortaklık” denilen şeyin aslında bir “pranga” olduğunu gördü.
Türkiye bunu yenilerde anlamış değil. Söz konusu soğuk gerçek ile ilk yüzleşmesi 1950’lerin sonu, 60’ların başına kadar gidiyor. Demokrat Parti döneminde merhum Adnan Menderes ve arkadaşları ABD ile dostluğun ne anlama geldiğini görüp, Türk dış politikasına tekrardan “Sovyet Dengesi”ni yeniden tesis etmeye çalıştıklarında bunun bedelini çok ağır bir şekilde ödüyorlar.
“İlk eksen kayması” girişimi olarak da adlandırılabilecek 1960’daki Moskova randevusunu ABD 27 Mayıs’ta gerçekleştirilen askeri darbe ile engelliyor ve darağacında sonlandırıyor.
Eksenin ABD açısından tam da rayına oturtulduğu bir dönemde Kıbrıs sorunu dolayısıyla patlak veren “Johnson Mektubu Krizi”nde Washington, aslında Türkiye’deki devlet iradesinin çok da değişmediğini görüyor. Zira İsmet İnönü; “Dünya yeniden kurulur, Türkiye de oradaki yerini alır” mesajını Amerika’ya iletiyor.
Dolayısıyla Türk-Amerikan ilişkilerinde 1947 Truman Doktrini’ni baz alırsak, çok değil, 12 yıl sonra Türkiye ABD’nin gerçek yüzünü ve bu bağlamda tesis edilen stratejik ortaklık ilişkisinin ne anlama geldiğini görüyor ve ilk fırsatta bundan kurtulmaya çalışıyor.
Kısa Ömürlü Ad: “Model Ortaklık”…
Nitekim Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte bu husus bir kez daha gündeme geliyor. Rahmetli Turgut Özal, Menderes ve diğer deneyimlerden hareketle Türk-Amerikan ilişkilerine yeni bir çerçeve-tanım kazandırmaya çalışıyor. Fakat o da bir faili meçhule gidiyor.
11 Eylül bu bağlamda Türkiye açısından yeni bir fırsat dönemine işaret ediyor. Türkiye’de oluşmaya başlayan ve yüksek sesle dile getirilen “Türkiye-Rusya-İran” üçlüsü söylemi ve arka planı ilk etapta tasfiye edilmeye çalışılıyor. Fakat 1 Mart Tezkeresi, bu iradenin ortadan kaldırılamadığını bir kez daha ABD’ye gösteriyor. Sonrası malum; sahada örtülü bir mücadele…
ABD bunu açıkça itiraf ediyor ve kriz 5 Kasım 2007’de Washington’da gerçekleştirilen Erdoğan-Bush zirvesi ile sona erdirilmek isteniliyor. Daha da ötesi taraflar yeni bir “stratejik ortaklık” sürecini başlatmak istiyorlar ama bunun adını da tam olarak koyamıyorlar.
Yeni ad, ancak yeni başkan ile söz konusu oluyor… Bush sonrası iktidara gelen Barack Hüseyin Obama ile Türk-Amerikan ilişkilerinde 7 Aralık 2009’da gerçekleştirilen zirvede “Model Ortaklık” dönemi başlatılıyor. Bunun ömrü daha önceki stratejik ortaklıklardan çok daha kısa oluyor. 2013’te yaşanan “Gezi Parkı Olayları” ve Mısır’daki askeri darbe ile bu ortaklık dönemi bitiyor. O tarihten bu yana da ikili ilişkilere bir ad verilebilmiş değil. Zira Ankara bu sefer ilişkilerin adının konulması noktasında daha dikkatli ve hiç de aceleci değil.
ABD’den “Tuhaf” S-400 Talebi…
Şimdilerde var olan durum; yeni dünya gerçeklerine binaen Ankara’nın bu tespit ve talebini daha güçlü bir şekilde Washington’daki muhataplarına dile getirmesinden kaynaklanıyor. Zira sadece değişen dünya değil; ABD ve Türkiye’de yaşanan değişim süreci bu talebin daha yüksek bir şekilde ortaya çıkmasına yol açmış durumda…
Nitekim ikili ilişkiler “dost”-“düşman” eksenli olarak adlandırılma sürecinde. Karşılıklı endişeler, tehdit algıları ve güven sorunu burada belirleyici olmaya devam ediyor. Şu an Türkiye yeni bir dünyanın kurulduğu bir dönemde ABD tarafından bir kez daha eksen kayması ile itham ediliyor ve daha da ötesi Rusya ile geliştirdiği stratejik işbirliği dolayısıyla bir tehdit olarak algılanıyor.
S-400’lerin başta ABD olmak üzere, NATO-Batılı ülkelere karşı kullanılmaması yönünde Ankara’dan istediği “tuhaf” talep bu bağlamda oldukça dikkat çekici.
ABD’ye hatırlatmak gerekirse; S-400’ler bir saldırı silahı değil, tam tersine bir savunma silahıdır. Türkiye S-400’e ihtiyaç duyuyorsa, bu Türkiye açısından asıl tehdit kaynağına işaret eder. Türkiye kendisine yönelik olası bir ABD-NATO saldırısına sapanla karşılık verecek değil herhalde…
ABD Türkiye’nin ne yaptığının farkında! Türkiye Sovyetler/Stalin kaynaklı tehdit algısı üzerine nasıl ABD ile stratejik ortaklık sürecine “evet” dediyse, bugün bir benzerini ABD’ye karşı Rusya ve diğerleriyle yapabilir. Bundan daha doğal bir refleks de olamaz!
ABD bu refleksten ve yol açacağı olası sonuçlardan rahatsız. Bundan dolayı Türkiye’ye sonuna kadar baskı yapmaya çalışıyor. Ama Türkiye’yi başkalarıyla karıştırmasın!
Yorum yazarak Milli Gazete Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Milli Gazete hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Milli Gazete editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Milli Gazete değil haberi geçen ajanstır.
Şimdi oturum açın, her yorumda isim ve e.posta yazma zahmetinden kurtulun. Oturum açmak için bir hesabınız yoksa, oluşturmak için buraya tıklayın.
Yorum yazarak Milli Gazete Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Milli Gazete hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Milli Gazete editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Milli Gazete değil haberi geçen ajanstır.