Göçerlerin hayatını konu edinen belgeseli seyrederken çocukluğumun sokaklarında dolaşıp durdum ve göçün omuzlarıma bıraktığı ağırlığı bütün yoğunluğu ile hissettim. Belgeselci toprak kokan yollardan ve doğanın göz alıcı zenginliklerden bahsederken büyük bir heyecan yaşıyor ve adeta özendiriyordu. Peki, ama göç hikâyelerde tasvir edildiği kadar kolay mıydı? Sadece tabiatın kucağında yol almak ve kirlenmemiş havayı solumak mıydı göç? Tabiatın bütün renklerini hayallerine resmeden göçerlerin sırlarını ve tutulmamış ağıtlarını gizleyen bir yolculuktu göç…
Atalarım Yörük’tü havalar ısınmaya başladığında yola çıkar ve hayatlarının büyük bir kısmını göç yollarında tüketirlerdi. Dedemin vefatından sonra akrabalarımın çoğu göçebe hayatını bırakıp turizmle meşgul olmaya başladılar. Ancak rahmetli babam yerleşik hayata geçişi atalarına yapılmış bir ihanet olarak gördü ve direnç gösterdi ki, göçebe hayata ilkokulu bitirdiğim yıl veda edebildik.
Yörük belgesellerinde annelere mikrofonu uzattığınızda hep iyi şeylerden bahseder, iyi şeyleri dillendirirler oysa dile getirilmemiş, gizli tutulmuş acıları, kabuk bağlamış yaraları vardır annelerin ve çocuklar o hikâyeleri dinleyerek büyürler. Göç çileli bir yolculuktur, aştığınız her dağın ardında hayatınızdan bir parçayı bırakıp gidersiniz ve sizden kalan o parça orada destanlaşır.
Rahmetli annem her zerresi dram kokan göç hikâyesini anlatırken derin bir acıyla sarsılır ve yüzünü avuçlarının içine alır ağıtlar yakardı. Mayıs ayında başaklar sararmaya başladığında annemin acısı ikiyi katlanırdı ve göç tamamlanıncaya kadar sessizliğe gömülür, kimseyle konuşmazdı. Mayıs ayı Yörüklerin göç ayı idi ve annem göç yolculuğunda vefat eden ve vefat ettiği ormana defnedilen kardeşimin yasını yeniden yaşar onun için ağıtlar yakardı.
Yörüklerde Mayıs ayının sonuna doğru göç için hazırlıklar yapılır ve hayvanlarla birlikte yola çıkılırdı. Annem yola çıkarken göğsünde derin bir ağrı hisseder ve yaşadığı acıyı taşıyamaz hale gelirdi ama kimseye bir şey söylemez yol boyunca ağlardı. Yolculuğun ikinci gününde onun hayatından bir parçayı bıraktığı Söğüt beldesine gelir ve konaklardık. Annem hiçbir şeye elini sürmez ormanı yararak geçer ve bodur bir ahlât ağacının altında yalnızlığa terk edilmiş olan kardeşimin mezarına sarılır saatlerce ağlardı. Nazlıcan, kardeşim göç yolcuğunu kaldıramamış ve boylu boyunca uzanan bir ormanda ebedi uykusuna dalmıştı. Nazlıcan ormanın insan türüne ait tek sakini, kraliçesiydi. Devasa bir ormanda el kadar bir mezar tek başınaydı, annem mezara dokunduğunda sessizliğe gömülür ve uzun süre konuşmazdı. Annem bir parçasını Söğüt beldesinde yer alan bu ıssız ormana terk etmişti ve kimse onun iç dünyasında neler yaşadığını bilmiyordu.
Söğüt acı ve ayrılık demekti annem için… Mezara dokunurken derin bir suçluluk hissederdi sonra başını toprağa sürer dua eder, sabır dilerdi. Acıdan yüzünde derin çizikler oluşurdu annemin, mezarın üzerindeki otları temizledikten sonra bir miktar su döker sonra başını toprağa yaslayıp gözlerini kapar ve öylece dururdu. Ayrılık vakti geldiğinde annem acısıyla yeniden yüzleşir ve bir parça toprak alıp koklar ve veda ederdi yavrusuna. Annem acısını tek başına yaşar, yasını tek başına tutardı. Söğüt… Göç… Ve kardeşim Nazlıcan… Hepimizin içini yakan bir acıydı.
Annemden dinlediğim kadarıyla benden üç yaş büyük olan kardeşim Nazlıcan üç aylıkken annem bebeğini sırtına sarıp göç yolculuğuna çıkmak zorunda kalmış. Atalarım yolculuğun üçüncü gününde Söğüt beldesine ulaşmış ve burada konaklamışlar. Annem hayvanların bakımını yapmış ve geceyi geçirmek için küçük bir alan oluşturmuş sonra yorgun vaziyette bebeği ile birlikte uyumuş. Gece yarısı uyandığında Nazlıcan’ın tepki vermediğini fark edip onu uyandırmaya çalışmış ve kardeşimin soğuk bedeni ile karşılaşmış. Annem nereye, niçin gittiğini bilmeden koşturmuş ve ağıtlar yakarak acısını hafifletmeye çalışmış.
Derin bir acı! Çaresizlik! Yoksunluk! Ve bir annenin bebeğini göğsünden alıp dağların eteğine terk etmesi… Kardeşim Nazlıcan dünyaya geldikten üç ay sonra çıktığı göç yolculuğunda ani ölüm sendromu ile hayata veda etmiş. Atalarım bebeğin cenazesini vefat ettiği ormanda yer alan bir ahlât ağacının altına defnedip burada iki gün kalmışlar… Dağlarda hayat belgesellerde görüldüğü gibi şen geçmiyor, doktor yok, ilaç yok, araç yok ve insanlar mevcut şartlara uyum sağlayarak hayatlarını sürdürmeye çalışıyorlar.
Nazlıcan’ın vefatından üç yıl sonra doğmuşum ben… Annem göç yolculuğuna çıktığında kaybetme endişesi ile geceyi uyanık geçirir ve başımda beklermiş. Nazlıcan ise annemin hayatından koparılan bir parça olarak kalmıştı. Onun için kalbinde özel bir yer ayırmıştı annem ve hayallerinde büyütmüştü bebeğini.
Ah kardeşim! Nazlıcan! Seni Yüce Rabbimizin rahmeti ile kuşattığına ve onun koruması altında olduğuna tereddütsüz iman ediyoruz ama bedenini ıssız bir ormana terk etmek bize acı veriyor. Ama emin ol dualarımızda ve hatıralarımızda sen hep varsın!
Yorum yazarak Milli Gazete Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Milli Gazete hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Milli Gazete editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Milli Gazete değil haberi geçen ajanstır.
Şimdi oturum açın, her yorumda isim ve e.posta yazma zahmetinden kurtulun. Oturum açmak için bir hesabınız yoksa, oluşturmak için buraya tıklayın.
Yorum yazarak Milli Gazete Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Milli Gazete hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Milli Gazete editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Milli Gazete değil haberi geçen ajanstır.