Bir çocuk yaz tatilinde köyüne gitmişti. Kuzenleriyle
ormanda gezerken küçük bir kuş yakaladı. Kuşu avuçlarının içine aldı ve sevdi.
Kısa zamanda bu kuşa bağlanmıştı ve geri dönerken de onu
yaşadığı şehre getirdi. Ona Dağ Kuşu ismini verdi. Dağ Kuşu na küçük bir kafes
aldı ve kafesi odasına koydu. Her gün düzenli bir şekilde yemini suyunu
veriyor, onunla konuşuyor, kimselere anlatamadığı sırlarını bu kuşla
paylaşıyordu.
Hafta sonları kafesi alıyor ve balkona koyuyor sohbetini
burada yapıyordu. Çocuk kuşa bağlanmıştı, onunla bir insanla konuşur gibi
konuşuyor ve yanından hiç ayırmıyordu. Ama kuş için aynı şey söylenemezdi. Bu
kafes, onu koruyordu, sıcak ve rahat bir ortam sağlıyordu. Yemi ve suyu ayağına
geliyordu. Burada dağlardaki gibi zahmetli bir hayat yoktu. Her şey hazır
geliyordu. Ama o hiç mutlu değildi. Çünkü buralara ait değildi. Bir gurbete
sürüklenmişti ve doğup büyüdüğü dağlara özlem duymaktaydı.
Dağlarda büyümüş, dağlarda yaşamış ve dağların havası ile
bir bütün olmuştu. Orada hayatını tehdit edecek onlarca tehlikenin içinde
yaşıyordu. Küçük bir parça yiyecek bulabilmek için bütün gün mücadele ediyordu.
Küçük bir dikkatsizlik sonuncunda hayata veda edebilirdi. İki kardeşini yılan
yemişti, annesi bir fareye yem olmuştu. Ama o yine de dağlara gitmek ve orada
özgürce uçmak istiyordu. Orası onun gerçek yurduydu ve o gerçek yurduna büyük
bir özlem duymaktaydı. Bu kafes, bu yabancı ortam, bu insanlar onu mutlu
etmiyordu.
İşte tıpkı kafese kapatılmış bir kuş gibi bizler de, bu
dünya kapanına hapsolmuş varlıklarız. Burası bizim gerçek yurdumuz değil.
Altından kafeslerimiz var, envai çeşit yiyeceklerimiz, giyeceklerimiz, konforlu
hayatımız, dostlarımız, yakınlarımız, evimiz işimiz var. Ama acı, hüzün,
ayrılık, yalnızlık ve hasrette var.
Ebedi olan gerçek mutluluğu arıyor ama yakalayamıyoruz.
Çünkü bu dünyalı değiliz, Bu yüzden bu mekâna, bu kafese ve bu asra ait değiliz
sanki o nedenle yabancılık çekiyor ve ebedi sürecek o Rıza Yurduna özlem
duyuyoruz.