Mantıki bakımdan olduğu kadar sosyolojik açıdan da aile
kurumuyla toplum, özellikle devlet kurumu arasında benzerlik kurulması,
kendiliğinden yanlış olarak görülmeyebilir. Öyleyse doğrudur kanaatine hemen
varmamak da gerekir. Aristoteles gibi düşünürler, devlet , belki daha doğrusu
siyasi topluluk un oluşumunda, temel önerme kabilinden aile ye dayanma gereği
duymuş görünürler. Bu görüş aile kuramı şeklinde, hukuk, sosyoloji, siyaset
bilimi gibi disiplinlerce nitelendirilmekte ve tartışılmaktadır.
Şahsen, söz konusu disiplinlerin temelinde felsefi
yaklaşım ve sistemleri tam olarak kavramadan, aile, toplum ve devlet
kurumlarının sağlıklı bir tarzda yerli yerine oturtulacağı konusunda çekimser
olmakla birlikte, birçok kuşkuyu da gözden ırak tutmama eğilimindeyim. Çünkü
Aristoteles, temelde mantığı merkeze koyan felsefi sistemini açıklarken insan
ve toplum ilişkilerinin gözlemini veri olarak kullanmış gibidir. Dolayısıyla
daha farklı çıkarsamalara da açık durmaktadır, denebilir.
Keza Platon (ki Aristoteles in hocasıydı) toplum ve
devlet (ki politea kavramı her ikisini de kapsamaktaydı) görüşünü, soyut bir
ruh anlayışına dayandırarak, insan bedenini temel almıştır. Ayrıntısına
burada girmeye gerek yoktur.
Aile, toplum ve devlet, birer kurum olarak çok yönlü
inceleme ve tartışmaya açık olmakla birlikte, bir esas düşünce, bunu inanç
olarak da alırsak, bir temel inanca bakarak açıklama imkanı verebilirler.
Sözü şuraya getirmek istiyorum. Son onlu yılara
baktığımızda, İslam dünyası hem kendi içinde hem dıştan maruz kaldığı
saldırılar, çatışmalar, karışıklıklar ve özellikle savaşların yoğun baskısını
yaşayan bir coğrafyadır. 90 lı yıllardan beri yaralı coğrafya şeklinde
nitelendiregeldim. Buradaki yara ya nasıl bir anlam verirsek verelim, sonuç değişmiyor.
Ama bu ölümcül yara olarak nitelendirmeye de engel bir ruhu, yani düşünce ve
imanı özünde barındırıyor. Daha doğrusu kemiği saran ve kuşatan bir doku olarak
varlığını sürdürüyor. Bu ise, insanın, toplumun ve devletin iradelerinin
ortadan kaldırmaya yetkili bulunmadığı bir bengisudur, ab-ı hayattır ki, ona
İslam (din) ve imanı diyoruz.
İşte bu iman, düşünce, yatağını arayan bir su gibi,
ailede, toplumda ve devlette kurumlaşmayı, somutlaşmayı, aktüelleşme yi
zorlayıp duruyor. İnsanda, şartlar elverdiği ölçüde yediveren gülü gibi
yeşeriyor ve kaçınılmaz bir tarzda topluma sirayet edip tezahürünü
sergileyebiliyor. Fakat insandaki tezahürüyle toplumdaki tezahürünün
bütünleşebilmesi, bir başka ifadeyle somutlaşabilmesi, kurum dediğimiz birtakım
kalıpları öngörüyor ve zorluyor. Bir süredir de, toplumda, her ne şekilde
olursa olsun tezahür eder gibi olduğunda, bir türlü devlette kurum olmak
itibariyle tecessüm ederek terkibini gerçekleştiremiyor. Somut örneğini
Müslüman toplumlardaki yöneten ve yönetilen ilişkisinin dengeye kavuşup uyuma
dönüşememesinde gözlemlemek mümkündür.
Şöyle de açıklanabilir bu insicamsız durum: Yaşanan en
yeni örnek olay Suriye ve Mısır. Görünüş itibariyle bir iktidar sorunu var ama
bu görünüşte bir sorundur. Hem görünüşte, hem temelde ortaya çıkan bu sorunu
çözmek için İslam dünyası ne türden araçlara, yani kurumlara sahiptir ve
bunları nasıl kullanmak durumundadır Tam bir boşluk söz konusudur. Onun için,
adeta celladından kurtuluş bekleyen bir mahkum gibi, Batı ya, Amerika ve Avrupa ya
ya da biraz daha umutsuz Rusya veya Çin e, kendi sorununu çözsün diye
yöneliyor, beklentiye kapılıyor, medet umuyor. Bu durumu 20. yüzyılın başında
bizzat yaşadı ve 21. yüzyılın başında daha yoğun ve daha ayrıntılı bir şekilde
yaşıyor. En basitinden kendi aile sorununun farkında olamayan bir ailenin başı,
sorununu çözmek şöyle dursun, ailesinin varlığını kavramaktan bile aciz durumda
değil midir
Gel de, rahmetli Erbakan Hoca nın D-8 tasarımını
hatırlama ve hatırlatma!