Bir açıdan her varlığın, anlamını, işlevini, önemini, görevini, sorumluluğunu vesaire kavramak, tanımlamak, anlamak, açıklamak, yorumlamak ve değerlendirmek için, var oluşunun nedenini sorgular, yöneldiği hedefi belirlemeye çalışırız. Kısaca, canlı cansız her varlığın bir amacı olduğu öngörülür, varsayılır, kabul edilir. Nitekim felsefe alanında, yüzyıllarca Doğu ve Batı düşüncesi, aynı zamanda bilimi üzerinde belirgin etkide bulunmuş felsefi sisteminin temel ilkesi olarak Aristoteles (M.Ö. 384-3/321) “amacı” (telos) benimsemişti. Mesela, ona göre, elma tohumunun amacı, elma ağacıdır.
Genel olarak söylenirse, bilincinde olunsun veya olunmasın, herhangi bir alanda veya konuda akıl yürütüldüğünde “amaç” bir sorun olma niteliğiyle söz konusu olabilmektedir. Fakat salt böyle bir tespitte bulunmak yeterli olmamaktadır, çünkü bizzat amacın ne olduğunun tanımlanması da gerekmektedir. İşte o andan itibaren sorun dallanıp budaklanmaktadır. Bunu kendiliğinden olumlu veya olumsuz ya da baştan yararlı veya zararlı saymak anlamlı bir yaklaşım olmaz. Aksine insan ve toplum, bilim ve teknik, düşünce ve sanat, kültür ve uygarlık ölçeğinde, amacın yeniden bir sorun olarak ele alınması, sorgulanması, araştırılması, tanımlanması, yorumlanması ve değerlendirilmesi yararlıdır, verimlidir, hatta kaçınılmazdır da.
Toplumsal hayatın kurulması, yerleşmesi, gelişmesi bakımından kalıcı ilkeleri, kuralları, bunların uygulama birikimini temsil eden kurumların amacı doğrultusunda hareket etmesi, işlevlerini yerine getirmeye çalışması, o toplumun güvenliği, kendini koruması, geliştirmesi bakımından vazgeçilmezdir.
Sonuçta toplumsal bir kurum olarak tanımlanan devletin de, ortak bir uzlaşıya varılmış dört temel işlevinin bulunduğu kabul görmektedir. Bunlar güvenlik, eğitim, sağlık ve adalettir. Elbette bu temel işlevlerin kapsamına ikincil derecede başka işlev eklemek mümkündür, ama bütün bunlar, sonuçta aynı amaçlar içinde toplanırlar.
Toplumda üstün erkle (iktidarla, otoriteyle) donatılmış bulunan devlet, varlığının tanınmasını, dolayısıyla toplumsal uzlaşının veya sözleşmenin ortak görüşünün birleştiği bir kurum olarak, bir takım ilkeleri, kuralları, kurumları dikkate almak zorundadır. Bu durum, “meşruiyet” olarak tanımlanagelmiştir.
Daha açık ifadesiyle, devlet, öncelikle ve kesinlikle, kendisine “meşruiyet” niteliğini veren hukuka uygun olarak hareket etmek, karar ve uygulamalarında mutlak olarak onu gözetmek zorundadır. Sadece görünüşte (pseudo) uygun hareket ediyor, gözetiyor şeklinde davranışta bulunması yeterli olamayacağı gibi, bizzat kendi amacı, dolayısıyla ondan kaynaklanan işlevlerini de eksiksiz, tam olarak yerine getirmiş sayılamaz. Bu alanda ortaya konulacak ihmaller, savsaklamalar, kaçınmalar, şeklen görünüşler, varlığının kabul ve reddi sorununa dönüşür. Onun için devlet, söz konusu işlevlerini amaçlarını gerçekleştirecek nitelikte yapmak zorundadır. Elbette söz konusu amaçların gerçekleştirilme şartları, nedenleri, imkânları çeşitlilik gösterebilir, ama amacın kendisini ortadan kaldırıcı nitelikte olamaz.