Yaşadığımız dünyada bize servis edilen her bir olay ve hadisenin “Medya planlaması” kokmasının tesadüf olduğunu düşünenler işin burasında komik videolara dönebilirler. Büyükler ciddi şeyler konuşacak!
Müslümanların problemleri konuş konuş bitmiyor. Öngörümüz zayi. Oysaki kaideyi bozarsanız gerçekleşecek olaylar ciddi derecede somuttur. Emrolunduğumuz gibi dosdoğru olmadan düzelmeyecek dünya. Ve “Ulema” ve “Umera” bozulursa toplumun çivisi çıkacak. Değişmeyecek.
Kavramlarımızın çiğnenmesine ne zamana kadar müsaade edeceğiz. Hilafeti DAEŞ’in temsil ettiğine, Cemaat kavramının “terör” ile bir anılmasına nasıl katlandığımız zaten merakımız cezbeden hususlardan sadece bazıları. “Bir musibet bin nasihatten evladır” sözünü yarınlara taşımak adına giriştiğimiz çaba gözlerimi yaşartıyor. İslam her dönemin ihtiyaç duyduğu ve kapısını çalmak zorunda kaldığı bir sistemken bugün anıldığı halden utanmayanlar ar damarlarını bir kontrol ettirsin. Global bir dille anlatmak gerekirse dünya üzerindeki İslam ve Müslüman tanımının ciddi bir “imaj” sorunu göze çarpıyor. Olması gerekeni anlatmaktan aciz olup fırsatçıların bu muazzam sistemi ifsad için kullandığı propaganda çeşitlerini görünce vahlar büyüyor dilimde! Bizim neyimiz eksik diye düşünüyorum. Çıkamıyorum işin içinden…
1940’ların sonuna doğru Amerika’da bir olay cereyan ediyor. Zengin bir adamın ölümünden birkaç yıl sonra bir kadın yanında bir çocukla mahkemeye başvuruyor. Çocuğun ölen adamdan olduğunu iddia ediyor. Ölüden DNA testi yapılamayan bir dönem dünya için. Amerika hukuk sistemlerinde bu olayın bir karşılığını bulamayınca başka sistemlere müracaat ediyorlar. Roma hukukuna bakıyorlar yok. Yunan, Hint, Uzakdoğu’da yok. Bir heyet Türkiye’ye geliyor. Dönemin İstanbul Müftüsü Ömer Nasuhi Bilmen’e yönlendiriliyorlar. İlk başta anlam veremiyor gelen ekip. Gönülsüz de olsa görüşüyorlar. Bilmen onlara ölen adamın kemiklerinin durup durmadığını sorduğunda şaşkınlıkları iyice büyüyor. Durduğunu söylüyorlar. Ömer Nasuhi onlara kuyruk sokumu kemiğinden bir yer tarif ediyor. Tarif ettiği yere çocuğun bir damla kanını damlatmalarını, eğer o kemik kanı emerse çocuğun o adamdan olduğunu aksi olursa kadının yalancı olduğunu ve buna göre hüküm verebileceklerini anlatıyor. Gelen ekip görüşmeden memnun olmaksızın şaşkınlıklarını da yanlarına alıp ülkelerine dönüyorlar. Bir müftünün böyle bir tıp bilgisine nasaıl hâkim olabileceğine ihtimal veremiyorlar. Ekipteki bir doktorun ise kafasını kurcalıyor bu mesele. Müftünün yanlışlığını ispat etmek için mezar açtırılıp adamın bedeni çıkarılıyor. Tarif edilen kemiğin üzerine önce kendi kanını damlatıyor. Kan akıp gidiyor kemiğin üzerinden. Sonra çocuğun kanını döktüğünde gözleri fal taşı gibi açılıyor. Kemiğin kanı emdiğini gördüğünde hayretini gizlemiyor.
Görüşmede Ömer Nasuhi’nin yanında olanlar da ilk duymuş olacaklar ki heyet gittikten sonra bu meseleyi nereden bildiğini soruyorlar. Adı geçen kemiğin sadece kendi neslini kabul ettiğini uzun uzun anlatıyor. Oradaki küçük bir parçanın önemine değiniyor. Vücuda ne yaparsanız yapın o kemiği yok edemediğinizi, kıyamete kadar hiçbir gücünde buna muktedir olamayacağını, zira mahşerde insanlar o kemik parçasından yeniden diriltileceğini anlatıyor.
Bu olayı çok önemsemişimdir. Çünkü İslam ile alakası olmayan her sistem bir sorunla karşılaşmadan çözüm üretme gayretine girmemiştir. İyi niyet çevresinde buldukları her şeyi de kötülük için kullanmışlardır. Sanırım atom bombası örnek olarak gösterilebilir. Oysaki bizim inanç sistemimizde kâinatın sırrı ve insanoğlunun ihtiyaç duyduğu her şeyin karşılığı mevcuttur. Orta çağı karanlık ilan eden Avrupa o dönemin Müslüman âlimlerinin altın çağı olduğunu söylemekten hep korkmuşlardır. Tarih boyunca taşıdığımız misyondan bu kadar uzaklaştığımızı hatırlamıyorum. Kavramlarımız çerez haline gelirken buna verecek cevap bulamayışımızın nasıl bir gaflet olduğunu çözmeye uğraşıyorum.
Şu günlerde mücadelesini verdiğimiz tasfiye operasyonlarının tek taraflı yapılıyor olması bahsettiğimiz sıkıntının devam edeceğini gösteriyor. Bahsi geçen terör örgütünün 80’lerden bu yana dinimizi ifsad için yürüttüğü bütün çalışmaların da ifşa edilmesini ve vazgeçilmesini istemek sanırım hakkımız. Vatikan’la yaptığımız anlaşmalı işlerin hepsinden bir önce vazgeçmek bize gelecek tahayyülü kazandırabilir ancak. Sadece bunlar değil tabi. Ramazan yine çalar kapımızı. Nasip olur da görürsek ve televizyonu açtığımda yine “din alırlar, din satarlar” türküleri çalıyorsa bu işte bir art niyet aramak hakkım olacak.
Niyetleri belli etme vakti bu vakit. Meydanda çekilen selfielerle değil, üst perdeden atılan nutuklarla değil. Vesile olsun bu olay aslımıza dönmemize. “Üst Akıl” her kimse “Hadi oradan” deme cesaretini gösterebilmeliyiz. Eğer iş sadece kadro boşaltıp boşalan kadrolara kimi getireceğiz olayına indirgenirse, kaybettiklerimizi aramaya fırsat bulamazsak kaybolacağız, karanlıkta kalacağız. Korkaklık sinecek üzerimize. Karanlığa mum yakmaya cesaret bulamayacağız. O cesur adamların çoğu göçtü zira…
Kendi zamanımızı kurtarmalıyız. Bunu birkaç kere daha söyleyin kendinize. Ve buna inanın ne olur. İnanmak başarmanın yarısıdır diyenler haklıysa hâlâ bir şansımız var demektir…
Kalbinizin sahibine emanet olun…
Eyvallah!!!