Küratörlü Benlik

Abone Ol

Dijital çağda benlik, artık yalnızca toplumsal ilişkiler içinde şekillenen bir anlam alanı değil; algoritmalar tarafından ölçülen, sıralanan ve dolaşıma sokulan bir performans nesnesi haline gelmiştir. Görünürlük vaadiyle başlayan bu dönüşüm, kimliği giderek sayısal metriklere, piyasa mantığına ve dikkat ekonomisinin kurallarına bağımlı kılarak hem öznenin kendilik algısını hem de kapitalizmin işleyiş biçimini derinden dönüştürmektedir. Algoritmalar, bir yandan kimliğin aşınmasını hızlandırırken diğer yandan benliği doğrudan metalaştıran yeni bir iktidar ve ekonomi rejimi üretir. “Küratörlü Benlik” başlığı altında ele almaya çalıştığım bu yazı ile, algoritmalar çağında kimliğin nasıl çözündüğünü ve geç kapitalizmin bu çözünmeden nasıl beslendiğini birlikte düşünmeyi amaçlıyorum.

1-Algoritmalar Çağında Kimliğin Aşınması

Dijital platformların gündelik hayatın merkezine yerleşmesi, yalnızca iletişim biçimlerini değil, bireyin kendilik algısını, toplumsal ilişkilenme tarzlarını ve iktidarın işleyiş mantığını da köklü biçimde dönüştürmüştür. Özellikle algoritmalar aracılığıyla işleyen görünürlük rejimleri, modern öznenin kimliğini sabit bir içsel öz olarak değil; ölçülen, sıralanan ve sürekli yeniden düzenlenen bir performans alanı olarak yeniden tanımlamaktadır. Bu bağlamda kimlik, artık toplumsal etkileşim içinde inşa edilen bir anlam bütünü olmaktan ziyade, platformların teknik ve ekonomik mantığına tâbi bir veri setine indirgenmektedir.

Klasik sosyolojik kuramda kimlik, bireyin toplumsal yapılarla kurduğu ilişkiler ağında şekillenen dinamik bir süreç olarak ele alınmıştır. G.H. Mead’in etkileşimci yaklaşımı, Goffman’ın benliğin sunumu teorisi ya da Bourdieu’nün habitus kavramı, kimliğin her zaman bağlamsal ve ilişkisel olduğunu vurgular. Ancak algoritmik toplumda bu ilişkisel yapı yeni bir boyut kazanmıştır: bireyin kendini nasıl sunduğu kadar, nasıl sıralandığı, kimlere gösterildiği ve ne ölçüde dolaşıma sokulduğu da kimliğin belirleyici unsurları hâline gelmiştir. Böylece benlik, sosyal etkileşimin değil, algoritmik değerlendirmenin merkezine yerleşmiştir.

Algoritmalar, görünürde tarafsız teknik araçlar olarak sunulsa da, gerçekte belirli ekonomik çıkarların, kültürel normların ve iktidar ilişkilerinin taşıyıcısıdır. Hangi içeriklerin öne çıkarılacağı, hangi bedenlerin görünür kılınacağı, hangi duyguların dolaşıma gireceği bu teknik düzenekler aracılığıyla belirlenir. Sonuçta birey, yalnızca başkalarının bakışına değil, hesaplanabilirlik, etkileşim ve dikkat mantığına göre şekillenen soyut bir değerlendiriciye hitap etmek zorunda kalır. Bu durum, kimliğin toplumsal anlamdan koparak sayısal metrikler üzerinden tanımlanmasına yol açar.

Bu yeni düzen, aynı zamanda kimliğin metalaşmasını da hızlandırmaktadır. Dijital platformlarda benlik, tıpkı bir ürün gibi paketlenir, markalaştırılır ve dolaşıma sokulur. Kişisel deneyimler, duygusal kırılmalar, gündelik hayat pratikleri; özgül bağlamlarından koparılarak tüketilebilir içeriklere dönüştürülür. Böylece birey, yalnızca emeğini değil, varoluşunun kendisini piyasa mantığına tâbi kılar. Kimliğin bu şekilde dışsallaştırılması, modern toplumlarda zaten var olan yabancılaşma olgusunu daha derin ve yaygın bir hâle getirir.

Algoritmalar çağında kimliğin aşınması, bu nedenle yalnızca bireysel bir psikoloji meselesi olarak değil; geç kapitalizmin, dijital iktidarın ve kültürel dönüşümün kesişim noktasında ele alınması gereken yapısal bir sorundur. Bu aşınma, benliğin anlam üretme kapasitesinin zayıflaması, toplumsal ilişkilerin yüzeyselleşmesi ve öznenin kendisiyle kurduğu ilişkinin giderek dışsal ölçütlere bağımlı hâle gelmesiyle kendini gösterir. Dolayısıyla algoritmik toplumda kimlik sorunu, çağdaş sosyolojinin merkezî tartışma alanlarından biri olarak ele alınmayı zorunlu kılmaktadır.

2-Kapitalizmin Yeni Yüzü

Güne “su iç, meditasyon yap, küratörlüğünü kur ve dağıl” telkiniyle başlıyoruz. Henüz dişlerimizi fırçalamadan başkalarının hayatlarına göz atmış, hiç giymeyeceğimiz kıyafetleri beğenmiş, kendimizi birkaç kez tartmış oluyoruz. Modern öznenin sabah rutini artık bedeni değil, algoritmik benliği uyandırıyor. Gün, henüz başlamadan, biz başlamadan, bizden önce konuşulmuş oluyor.

Sosyal medya, ilk bakışta bireye sesini çoğaltma, görünür olma, merkezî iktidarlara alternatif alanlar açma vaadiyle doğdu. “Herkes konuşabilir”, “herkes izlenebilir”, “herkes kendi hikâyesinin sahibi olabilir” fikri, geç modern toplumun en cazip mitlerinden birine dönüştü. Ne var ki bu vaadin içinden çıkan şey, özgürleşmiş bir benlik değil; sürekli optimize edilmesi gereken, ölçülen, karşılaştırılan ve ticarileştirilen bir özne oldu.

Bugün artık yalnızca ürünler değil, duygular, travmalar, kırılganlıklar, hatta iyileşme süreçleri bile pazarlanabilir. Kırılganlık bir pazarlama stratejisine, otantiklik iyi ışıklandırılmış bir performansa dönüşmüş durumda. “Gerçek benlik” ise algoritmanın izin verdiği ölçüde var olabiliyor. Beğeni almayan duygu, paylaşılmıyor; tıklanmayan acı, anlatılmıyor; izlenmeyen hayat, yaşanmamış sayılıyor.

Bu noktada karşımıza çıkan şey, klasik anlamda bir yabancılaşmadan daha fazlasıdır. Marx’ın emekle kurduğu ilişki burada benlik üzerinden yeniden üretilir. Kişi artık emeğini değil, doğrudan kendisini satar. Hobisi “hustle”, kişiliği “marka”, hisleri “içerik”tir. İnsan, kendi varlığını bile dışarıdan ölçülen metrikler aracılığıyla anlamlandırmaya başlar. Takipçi sayısı, erişim, etkileşim oranı; birer istatistik olmaktan çıkıp özsaygının yerine geçer.

Bu durum, psikolojide giderek daha sık kullanılan bir kavramla açıklanıyor: Bağlama bağımlı benlik saygısı. Yani kişinin kendilik değerinin, son gönderisinin performansına bağlanması. Bu kırılgan yapı, sadece bireysel ruh sağlığını değil, kültürel dokuyu da aşındırır. Çünkü sürekli performans hâlinde olan bir benlik, düşünmeye, susmaya, derinleşmeye vakit bulamaz.

Algoritma burada yalnızca teknik bir araç değildir; aynı zamanda yeni bir iktidar biçimidir. Ne görünür olacağını, hangi duygunun dolaşıma gireceğini, hangi bedenin makbul sayılacağını belirler. Daha da önemlisi, bunu çoğu zaman kimseye açıklamadan yapar. Algoritmanın opaklığı, modern bireyin belirsizlik duygusunu derinleştirir. İnsan neyin işe yaradığını tam olarak bilmeden, sürekli kendini ayarlamak zorunda kalır. Bu da yaratıcılığı değil, tek tipleşmeyi teşvik eder.

Bugün içeriklerin birbirine benzemesi tesadüf değildir. Aynı jestler, aynı anlatı kalıpları, aynı öfke biçimleri, aynı “iyileşme” hikâyeleri… Çünkü algoritma dengeyi değil, aşırılığı; sükûneti değil, tepkiyi; derinliği değil, hızla tüketilebilir olanı ödüllendirir. Dikkat ekonomisinde öfke, mahremiyet ve travma en hızlı dolaşıma giren para birimleridir.

Bu sistemin en büyük yanılgısı, sorunu bireysel disiplin eksikliğine indirgemesidir. “Daha az paylaş”, “kendine sınır koy”, “telefonunu kapat” öğütleri, yapısal bir meseleyi ahlaki bir soruna dönüştürür. Oysa mesele irade değil, tasarımdır. Platformlar, kullanıcıyı içeride tutmak, üretmeye zorlamak ve veriye dönüştürmek üzere inşa edilmiştir. Bu nedenle sistem “bozuk” değil; tam tersine tam olarak tasarlandığı gibi çalışmaktadır.

Bütün bunlar karşısında çıkış yolu, romantik bir dijital kaçış da değildir. Bir dağ evine kapanmak ya da telefonu göle atmak, sorunu çözmez; yalnızca sorumluluğu bireyin sırtına yükler. Asıl mesele, kimliği metriklerden ayırabilmektir. Görünürlükle değer, izlenmeyle varlık, ölçekle anlam arasındaki sahte eşitliği bozmak gerekir.

Belki de bugün asıl sormamız gereken soru şudur: Biz görünür olmak mı istiyoruz, yoksa gerçekten görülmek mi? İzlenmek mi, yoksa tanınmak mı? Çünkü izlenmek sayılarla mümkündür; ama tanınmak, ilişkiyle.

Gerçek bağlar, küçük topluluklarda, yavaş ilişkilerde, karşılıklılıkta kurulur. Performansın sustuğu, maskenin gevşediği, ışıkların kapandığı yerlerde. İnsan ancak orada, algoritmanın değil, başka insanların gözünde yeniden insan olur. Asıl tehlike algoritmadan düşmek değil; her küratörlü paylaşımda kendimizden biraz daha eksilmemizdir. Ve belki de en radikal soru şudur: Bu paylaştığım şey ben miyim, yoksa internetin benden öğrenmesini istediği kişi mi? Hoşça bakın zatınıza…