Kıbrıs Barış Harekâtı’nın Arka Planı - 5: II. Cenevre

Abone Ol

8.8.1974 tarihinde başladı.

2. Askeri harekât ise 16.8.1974, sabah saat:03.00 raddelerinde başlamıştır.

2. Cenevre toplantısına, 1. Cenevre toplantısına katılanların yanı sıra merhum Rauf Denktaş ve Glafkos Glerides de katılmışlardır.

Malum olduğu üzere, konferanslarda müzakereler, konferans şeklinde, teknokratlar arasında ve bakanlar seviyesinde devam eder.

2. Cenevre müzakereleri de, 1. Cenevre müzakereleri kadar yorucu idi.

Ayrıca, merhum Ecevit’in Kissinger ile devam eden mekik diplomasisi sebebiyle heyetimiz devamlı rahatsız edilmekte idi.

Zira merhum Ecevit MSP’li bakanların haberi dışında, Kissinger’den aldığı talimatlar istikametinde heyeti yönlendirmeye çalışıyordu.

Bu durumdan heyet başkanımız merhum Turan Güneş ve biz son derece rahatsızdık.

AYŞE TATİLE NASIL ÇIKTI? 

2. Cenevre müzakerelerinin son günlerinde merhum Turan Güneş, İngiliz Dışişleri Bakanı’ndan yediği zılgıt üzerine bunalmış, Ankara’nın devamlı politik değişim taleplerine cevap vermede zorlanmıştı.

Böyle bir günde elçilik binasına gelerek, beni, Sayın Haluk Ulman’ı ve muhterem eşleri Nermin Hanımı alarak İntercontinantal otele yemeğe götürmüştü.

Yemek esnasında müzakereler sebebiyle çektiği sıkıntıları, Ecevit’in diretmelerini, Amerika’nın Ecevit’i sıkıştırmalarını anlattı.

Bunun üzerine Sayın Haluk Ulman Turan Güneş’in üzüntülerini telafi etmek için kızı Ayşe’yi Turizm Bakanı Sayın Orhan Birgit’in tatile gönderdiğini ifade etti ve Turan Güneş’e artık rahat bir nefes al dedi.

Merhum Turan Güneş ise asabileşmiş bir aslan gibi;

“Haluk, bunu sana kim, ne zaman söyledi” dedi.

Sayın Haluk Ulman da son derece rahat;

“Dün sayın Ecevit bana intikal ettirdi” dedi.

Bunun üzerine  merhum Turan Güneş, Haluk Ulman’a hitaben;

“Allah seni bildiği gibi yapsın.

Bu ne vurdumduymazlık?

Kardeşim, bu ikinci harekâtın parolasıdır.

Zamanında söyleseydin de, müzakerelerde can çekişmeseydik. Müzakereleri kesseydik, olmaz mıydı?”dedi.

Haluk Ulman ise;

“Turan abi, ben nerden bileyim, ben gerçekten Ayşe’nin tatile gönderildiğini zannettim” dedi.

Bunun üzerine biz;

“Sayın Güneş, devlet yönetimi ciddi bir iştir.

Hafife alınacak tarafı olmaz.

Size verilen parolanın üçüncü bir şahsa söylenmesi sırrın ifşasıdır.

Hemen yemek yemeden müzakerelerin yapıldığı Birleşmiş Milletler ofisine dönelim ve müzakereleri kesmeye çalışalım” dedik ve öyle de yaptık.

CENEVRE’DEKİ SKANDAL GELİŞMELER NE İDİ?

Merhum Ecevit’in, merhum Güneş’i şaşırtan, istikrarsızlığa sevk eden yönlendirmeleri İngiliz istihbaratı tarafından tespit ediliyordu.

Ecevit hükümetin ve MGK’nın tavsiye kararlarını bir tarafa itilerek, sadece Kissinger’in talimatlarına önem veriyordu.

Bunu fark eden İngiliz Dışişleri Bakanı Callagan, merhum Güneş’e hitaben;

“Ben bir bakanla konuştuğumu zannediyordum, meğerse siz bir telefon ahizesisiniz” demiştir.

Bunun üzerine merhum Güneş son derece üzülmüştü,  Rezidansa gelerek, kapıdan içeri girer girmez bizi ve Haluk Ulman’ı bir odaya çekti. İstifa edeceğini söyledi.

Sebep olarak İngiliz bakandan duyduğu azarı bize naklederek,

“Sayın başbakan beni son derece müşkül durumlara sokuyor, itibarımı zedeliyor, ele güne rezil ediyor” dedi ve teleksin başına geçip, istifasını yazmaya başladı.

Biz de bu işe müdahale ettik.

Merhum Güneş istifaya kararlı, biz de onu istifadan vazgeçirmeye kararlıydık.

Güneş’e hitaben;

Biz buraya heyet olarak geldik ve Türkiye’yi temsil ediyoruz.

Siz CHP’nin bakanı değil, Türk milletinin Dışişleri Bakanısınız.

İstifanızda kararlı ve ısrarlı olursanız, belimizde bulunan silahımızı çekerek, korkarım ki sizi öldürmeye mecbur kalırım.

O zaman da heyet geriye 2 kişi eksik döner.

Siz ölürsünüz, ben de ceza evine girerim.

Sizi üzen millet değil, Ecevit’tir.

Siz Türk milletini temsil ediyorsunuz dedik.

Ciddiyetimizin farkına varan Güneş, sapsarı kesilmiş ve biraz düşündükten ve yüzümüze dikkatlice baktıktan sonra istifasından vazgeçti. Böylece rahat bir nefes aldık.

Güneş’in Cenevre’de istifa ile ilgili kararı günümüze kadar saklı tutulmuştur.

Biz ise millet adına icra-i vazife ettiğimizden, bu gerçeği milletle paylaşmakta fayda gördük.

Bu olay akabinde merhum Güneş, Sayın Baykal ile, daha sonra biz Sayın Baykal ile telefon görüşmeleri yaptık.

Biz telefonda Sayın Baykal’a hitaben;

Bizi burada zora sokan, talimat veren, ikide bir talimat değiştiren kimdir.

Oraya geldiğimizde oturduğunuz sandalyeleri başınıza geçireceğimizi hiç düşünmüyor musunuz?

Ama ben bunu yaparım, şüphenizde olmasındedik.

Sayın Baykal, son derece soğukkanlı olarak Güneş’in istifasını mutlaka önlememiz gerektiği noktasında ricalarda bulundu.

Sonuçta öyle oldu.

Tüm bu olanları hemen merhum Erbakan’a ulaştırdık.

Merhum Erbakan da bize,

“İsmail Bey, gözünü dört değil, sekiz aç. Bunlar bizim haberimizin dışında devamlı politika değiştiriyorlar. Hem hükümeti, hem de sizleri zora sokuyorlar. Sana güveniyorum” dedi.

BİRLEŞMİŞ MİLLETLER OFİSİNDEN ÇIKIŞ HİKâYESİ

2. Cenevre müzakereleri bitmiş, Türk Silahlı Kuvvetleri adada 2. harekâtı başlatmıştı.

Heyetin tamamında heyecan doruğa ulaşmıştı.

Heyetin içinde bulunan tümgeneral Süreyya Yüksel Paşanın gözlerinden yaş aktığını gördük.

Sebebini sorduğumuzda;

“Sayın Müftüoğlu, şu anda Kıbrıs’ta silahlı kuvvet mensubu arkadaşlarım cephede can pazarında iken benim burada eli kolu bağlı olarak durmam, orada bulunmamam beni son derece üzdüğü için gözyaşlarım akıyor” dedi.

Biz de;

“2. harekâtın temelinde bizim müzakere başarımızın payı vardır. Onlar cephede, biz ise yeşil çuhalı masalarda mücadele veriyoruz. Hoşnut olmamız gerekir” dedik.

O sırada müzakerelerden son derece yorgun düşen merhum Rauf Denktaş’ın;

Heyecandan yerinde oturamadığını,

Devamlı radyonun başında Kıbrıs’ta cereyan eden harekâtı takip ettiğini,

Zaman zaman ağzından ‘bir gece ansızın gelebiliriz’ şarkısını dillendirdiğini,

Zaman zaman İstiklal Marşımızın bazı paragraflarını okuduğunu

Ve heyecanını doruklaştırdığını büyük bir şevkle seyrediyorduk.

Diğer taraftan;

Diplomat arkadaşların sevinç sarhoşluğu içinde birbirleri ile kucaklaştıklarını,

Tümgeneral Kemal Yamak’ın ise bir heykel gibi dimdik ve gözlerini ufuklara dikmiş bir eda içinde, uzun yılların yorgunluğunu atmakta olduğunu ve başarıda payının mükafatını görmesi sebebiyle son derece memnun, bazen de gülümser bir çehreye büründüğünü gördük.

Bu memnuniyetini “Gölgede Kalan İzler ve Gölgeleşen Bizler” adlı kitabının 341, 342 ve 343. sayfalarında açıkça görmek mümkündür. Şöyle ki:

“.....Her iki konferans için söylenecek husus şudur: ‘Gelecekte eğer bir savaş zorunlu olacaksa, Allah galip bir devletin ve muzaffer bir ordunun temsilcileri olarak böyle konferanslara katılmış olmayı gelecek kuşaklara da nasip etsin’ sözü ve unutulmaz duygusudur...

İkinci husus, her çalışmada olduğu gibi hedefi tespit ve bilmenin, müzakere edilen hususa ait teferruata ve duruma vakıf olmanın, diplomatik lisana vukufiyetin ve hedeften sapmadan kullanılacak diplomatik inisiyatifin örneklerini bu toplantıda görmüş olmamdır...

Üçüncü husus, bu konferansta çok çetin müzakerelerin cereyan etmiş olmasıdır. Bu çetin müzakereler Türk tarafı ile Yunan+İngiltere heyetleri arasında geçmiş olması, fakat ABD’nin uzaktan kumanda sisteminin çok önemli bir faktör olarak hep devrede kalmasıdır.

Dördüncü husus, konferansta olayı yaşayan, havayı koklayan ve müzakerelerin gideceği yönü, muhtemelen ulaşacağı sonucu hep değerlendirme durumunda bulunan Sayın Dışişleri Bakanı ve heyetinin mücadelesinin sadece dışa karşı olmadığı, bu mücadelenin bazen değişik bir hava ve değişik bir açıdan olaylara bakan Ankara ile de yapıldığı hususudur.

Çok zor anların yaşandığı ve bu anlayış farkının neden ileri geldiğini düşünürken “konferansın politik ve askeri hedeflerinin ne olduğu konusunda başlangıçta bir boşluk mu vardı?” sorusu hep akla gelmiştir.

Beşinci husus, Ankara’yla düşülen bazı görüş ayrılıklarının bir nevi krize dönüşmesinden endişe edildiği bir anda heyete o zamanki iktidar ortağı MSP adına katılan Sayın İsmail Müftüoğlu’nun (Sakarya milletvekili) çok sert bir çıkışla partisi ve Ankara nezdinde Sayın Turan Güneş’e, başka bir açıdan heyete ve hatta daha başka bir açıdan konferansa sahip çıkmasıdır…”

Bu tespitler memnuniyetin yanı sıra, bir hakşinaslığın ifadesidir.   

Neticede heyet elemanları rezidansa gitmek için Birleşmiş Milletler Ofisi’nden ayrılmıştı.

Geride merhum Dışişleri Bakanı Turan Güneş, merhum Coşkun Kırca, Prof. Haluk Ulman ve biz kalmıştık. Biz de, tek arabayla rezidansa gidecektik.

Dışarı çıktığımızda Türk bayrağı forsunu taşıyan arabamız geldi.

Coşkun Kırca’nın,

“Sayın bakanım, dışarıda Rumlar ve Rum talebeleri büyük gösteriler yapıyor.

Çıkışımızda bize taşkınlık yapabilirler.

Mümkünse arabamızdaki Türk bayrağı forsunu çıkartalım ve öyle dışarıya çıkalım” dedi.

Haluk Ulman da; “İyi olur Turan abi” dedi.

Bunun üzerine biz, asabileşerek;

“Hükümranlık hakkımızı temsil eden bayrağımız millet olarak var oldukça gönderinden indirilemez.

Rum palikaryasının taşkınlıklarından endişe duyarak arabadaki forsu indirmek, bizim milli asaletimizle bağdaşmaz.

Korkmayın, biz sizi koruruz.

Arabanın ortasına Sayın Güneş siz bininiz.

Sağ tarafınıza Sayın Ulman, ön tarafınıza da Kırca, sol tarafınıza da ben oturayım” dedik.

Elçilik müsteşar vekili Reşat beyden aldığımız Beratta marka tabancayı elimize alarak sol tarafa oturduk ve arabaya çıkış talimatını verdik.

Önümüzde İsviçre polisi eskortluk ediyordu.

Gerçekten kapı önünde Rum talebelerinin nümayişi büyüktü.

Cesaretimiz sonucu kazasız belasız rezidansa ulaştık.