Kendinle dost olmak içe doğru uzanan yolculuk

Abone Ol

“Gökyüzü her zaman böyle aydınlık kalmayabilir. Ama en karanlık yerlerde bile insan kendine bir sığınak bulabilir.” Bu söz, insanın en temel varoluşsal sorusuna usulca dokunur: Zor zamanlarda nereye sığınırız? Cevap ne dışarıda ne bir başkasında gizlidir. İnsan, kendi içine bakmayı öğrenirse, orada karanlığı delip geçen bir ışıkla karşılaşabilir. Bu ışık, kendiyle dostluk kurabilenlerin bildiği bir ışıktır.

Yaşam, dışsal olaylardan çok, onlara verdiğimiz tepkilerle şekillenir. Dış dünyada çatışmalar, ayrılıklar, beklenmedik dönüşler olabilir. Ama insanı asıl yaralayan çoğu zaman bu olaylar değil, kendine söylediği sözlerdir. Kendini eleştiriyle, yargıyla, suçlamayla örseleyen kişi, dış dünyanın dalgalarına karşı daha da savunmasız hale gelir. Bu yüzden şefkatli bir iç ses, en derin sığınaktır.

Tanrı değil de bir insan olduğunu, yani mükemmel olmadığını idrak et. Kendini abartma, bu sana acı verebilir. Bir şey yaratamazsın, nerede kaldı ki kendini yaratabilesin. Tanrı’ya denk olamazsın. Olmaya çalışırsan, kusurlarından, kırılganlığından, cehaletinden ve faniliğinden ötürü dövünüp durursun. Bu idrak, insanın yükünü hafifleten, onu olduğu gibi kabul etmeye yönlendiren bir çağrıdır. Mükemmellik sanrısı, içsel savaşın fitilidir. Çünkü her düşüşte, “Olmam gereken gibi değilim” yankısı, insanı kendinden uzaklaştırır.

Oysaki içsel barış, kusurlarını inkâr etmekten değil; onları tanıyıp, onlarla yaşamayı öğrenmekten geçer. Tıpkı başkasıyla kurulan gerçek bir dostluk gibi… Kendiyle dost olan insan, kendisini mükemmel görmez; eksiklerini bilir, onları inkâr etmeden ama onlara da takılı kalmadan yaşamayı başarır. Tıpkı sevdiğimiz bir dostumuzu huylarıyla kabul ettiğimiz gibi, kendimize de aynı şefkati gösterebiliriz. Bu, yalnızca ruhsal değil; ahlaki bir sorumluluktur da.

İnsan varlıkla nakışlanır. Nakşını güzel işleyen ferahlar, düzensiz işleyen berbat olur. İnsanlıktan amaç, gönül âlemine girip orada yaşayabilmektir. Huzuru ilâhiye de ancak gönle girmekle kavuşulur. Çünkü merkez orasıdır.

Gönül, sadece duyguların değil; anlamın da merkezidir. Ve o merkezle irtibat kurabilen kişi, hayata daha bütüncül bir yerden bakar. Gönlünü tanıyan, kendine yaklaşır. Kendine yaklaşan, başkasına da yaklaşır. Zira kendi içinde mesafelerle boğuşan birinin, başkasına yakın durması zordur.

Bu bağlamda, Tanpınar’ın, “Değişerek devam etmek ve devam ederek değişmek” düşüncesi, insanın hem sabit bir kimliğe tutunma hem de akışta kalma çabası arasında sıkışmadığı bir dengeyi temsil eder. İnsan, geçmişini taşıyarak dönüşür. Geçmişin yükünü atmak değil, onunla yeni bir dil kurmak gerekir. Değişim, reddediş değil; bir tür içsel kabul ile mümkündür.

Yaşamın içerisinde başkaları ile kurduğumuz ilişkilerden öte, kendimizle kurduğumuz ilişkinin mahiyetini görebileceğimiz nadir eserlerden biri de “Kendiyle Dost Olmak” kitabıdır. Her çoğu sorunun temelinin insanın kendini göremeyişi olduğunu düşünenlerdenim. Kendine el uzatamayanın başkasına uzatamayışı, kendini acımasızca yargılayanın başkasını da kolayca yargılaması, kendi sevgisizliğinde boğulanın başkasını da sevememesi… Hepsi aynı merkeze işaret eder: Kendinle ilişkin nasılsa, dünyayla ilişkin de öyle şekillenir.

İnsanın içindeki özgürlüğü, benliği, dinginliği… yalnızlığı fark edip sakınması, bazen ondan kaçmak yerine ona yer açması gerekir. Çünkü yalnızlık da bu yolculuğun bir parçasıdır. Sessizlik, kimi zaman hakikatin en yalın sesidir.

İçe içe yaşanılan bu yakınlığa el uzatmak; acısıyla tatlısıyla bütünleşmek, her eksiğin ve varlığın parçamız olduğunu bilerek yaşamak... İşte asıl gelişim buradadır. Bütün dertler kendini gerçekleştirmeyle ilgilidir. Ve kendini gerçekleştirmenin en hakiki yanı, kendinle kurduğun şefkatli dostluktur.

Kitaplar da bu yolculukta bize ışık tutar. Okuma, sadece bilgi edinmek değildir. Bazen bir cümle, insana içindeki boşluğu gösterir. Bazen bir düşünce, yıllardır ismini koyamadığın bir duyguyu dile getirir. İşte o an, kitap yalnızca bir metin değil; bir dost, bir aynadır. Deniz dinginliğinde bana eşlik eden ve dinginliğime dinginlik katan... içeriğinin insanın haleti ruhiyesine yeni arayışlar ve bulunuşlar ekleyen haliyle, kitaplar içinde kitaplara, yazarlardan yazarlara varılan o eşsiz okuma anları... İnsan bu süreçte hem dış dünyayı hem de kendini yeniden kurar. Okuma, bir anlamda varoluşsal bir mimarlık gibidir. Sayfalar arasında yürürken, insan kendi içine daha derinden bakar.

“İlkinde kendini keşfediyorsa insan, ikincisinde kendinden vazgeçmesi gerekecek” demişti bir bilge. Bu cümle, derin bir paradoksa işaret eder. Çünkü kendini tanıyan insan, bir noktada kendi benliğini de aşmak ister. Egonun sınırlarını çizmek, ardından o sınırların dışına taşmak ister. Belki de insan, tüm bir insan olmak istiyor; benliğinden ötede, kendi dışında ama yine de kendi için vazgeçilmez bir şeyin parçası olmak istiyor.

Bu parçalanma hissi, gelişimin işaretidir aslında. İnsan sabit kalarak büyüyemez. O yüzden de kimi zaman kendinden vazgeçmeli, kimi zaman kendine geri dönmelidir. Bu döngü, içsel yolculuğun ritmidir. Anlaşılan odur ki, aramak insanın kaderi ise, bulmak da kaderidir. Ama insan bulduğunda bile yolculuğu bitmez. Çünkü her hakikat, yeni bir arayışın eşiğidir. Bu nedenle, aramak bitmeyen bir dua gibi sürer; bazen bir kitapta, bazen bir sessizlikte, bazen bir cümlede yankılanır.

Yeni yer yoktur, yeni bir “sen” olana kadar... Yol aynı yol olsa bile, yürüyen değişirse manzara değişir. Kendini değiştiren insan, dünyayı da başka bir gözle görmeye başlar. Bu yüzden mesele yeni yerler değil, yeni bakışlardır. İç dünyasında yenilenen biri, dış dünyaya da yeni anlamlar yükler. Bu içsel dönüşüm, insanın en hakiki yolculuğudur.

Son tahlilde, insanın kendisiyle kurduğu ilişki tüm varoluşunun temelini belirler. Şefkatle bakan bir göz, içeride ne varsa onu iyileştirir. Ve iyileşen bir iç, dışa da iyilik olarak yansır. Gökyüzü karardığında bile içinde bir ışık taşıyanlar, o ışıkla hem kendilerine hem başkalarına yol olabilirler. Ve belki de bu dünyada kalıcı olan tek şey, içimize kurduğumuz o sığınaktır. Hoşça bakın zatınıza…