Kendinden utanan nesillerin trajedisi!

Abone Ol

Bir milletin trajedisi, sadece toprak kayıplarında, savaşlarda ya da ekonomik çöküşlerde değil; en derin yaraları, zamanla unutulmuş kimliğin, kaybolmuş kültürün, silinmiş mirasın içindedir. Kendi geçmişinden, köklerinden ve kültüründen utanmaya başlayan nesiller, ne yazık ki bir halkı varlık olarak değil, bir hayal gibi yaşatmaya başlarlar. Tarihin akışında birçok toplum, kendisinden, geçmişinden, kendi kültüründen utanmanın bedelini ödemiştir. Bu, sadece bir kişilik bunalımı değil; kolektif bir varoluş krizidir.

Bir millet, yalnızca ortak bir dili konuşan, aynı bayrak altında toplanan bir kalabalık değildir. Bir millet, bin yılların yoğurduğu, acısıyla, zaferiyle, türküsüyle, duasıyla, bayramıyla ördüğü bir ruh birliğidir. Her nesil, o ruhu yeniden doğurmakla mükelleftir. Aksi halde bir millet; şeklen var olsa da içten içe çürür, yok olur. Çünkü kültürünü kaybeden millet, varlığını kaybetmiştir; sadece bedeni ayakta kalan bir hayalettir artık...

Bugün biz, tam da böyle bir çağın sancısını yaşıyoruz: Kültürsüzleşmenin, köksüzleşmenin, kendinden utanmanın girdabında savrulan bir insanlığın olduğu bir çağda...

Zannediyoruz ki kültür, birkaç lüks tiyatro salonunda poz vermekten, sosyal medyada gösterişli sergi gezileri paylaşmaktan, yabancı müziklere hayranlıkla methiyeler düzmekten ibarettir. Oysa kültür, insanın doğduğu toprağın kokusudur. Anne elinden yediği ilk lokmadır. Bayram sabahı kapı kapı gezen çocukların yüzündeki neşedir. Bir dağın ardında yakılan ağıttır. Bir milletin ruhunun binlerce parçadan örülen aynasıdır.

Ne hazindir ki bugün Türkiye’de –ve aslında dünyada pek çok coğrafyada– bu aynayı kıran, bu ruhtan utanmayı ilericilik sanan bir zümre türemiştir. Bu zümre, kendi halkını hor görür; kendi geçmişine dudak büker; Batı’dan ithal edilen her şeyi sorgusuzca kutsar. Anadolu’nun toprağına düşen bir damla teri değersiz, bir ninniyi anlamsız, bir türkü yakmayı çağdışı bulur. Ama Paris’in, Londra’nın, New York’un salonlarından çıkmış her modaya, her kalıba hayranlıkla sarılır. Onlar için halkın bayramı geri kalmışlığın işareti, duası yobazlığın sembolü, sazı cahilliğin sesi olmuştur.

Bu sadece bizim milletimizin değil, insanlığın ortak trajedisidir. Bugün Batı’da dahi pek çok toplum, modernlik zannıyla kendi öz kültürlerini kaybetmenin acısını yaşamaktadır. Japonya’da geleneksel sanatlar birer birer unutulmakta; Afrika’da yerel diller birer birer ölmekte; Avrupa’da köy kültürü kentlerin yapay ışıkları arasında eriyip gitmektedir. Çünkü insanoğlu, kendi ruh köklerinden utandıkça, taklit ettiği şeyin esiri olur. Ve taklit eden, hep geriden gelir; hiçbir zaman kendi kaderinin efendisi olamaz.

Peki nedir bu sahte aydınların yaptığı? Kendini halktan üstün görmek, başkalarının kültürünü kendi özünden değerli saymak… İşte bu yüzden bu tipler milliyetçilik nutukları atar ama milletin ne olduğunu bilmezler. Halkçılıktan dem vururlar ama halkın ne hissettiğini anlamazlar. Çünkü onlar için halk, seçimden seçime hatırlanan bir kalabalıktır. Kültür ise bir maskedir; ruhu olmayan bir vitrin süsüdür.

Oysa gelin tarihten ibret alalım: Osmanlı'nın son dönemini hatırlayalım. Tanzimat'ta ve sonrasında Batı'nın her değerini sorgulamadan kopyalayan bir zümre, kendi halkından koptukça imparatorluk çözülmüş, millet kendi ruhunu arar hale gelmiştir. Japonya'ya bakalım: Meiji dönemi modernleşirken, bir yandan kendi geleneksel sanatını, dilini, ruhunu koruduğu için bugün dimdik ayakta kalmıştır. Kim ki kendi özünü kaybeder, o millet er geç başkasının gölgesine sığınır.

Türkiye bugün bir yol ayrımındadır. Ya sahte modernlik maskesiyle kendi ruhundan utanmaya devam edeceğiz ya da kendi kültürümüzü, özümüzü yeniden keşfedeceğiz. Çünkü gerçek çağdaşlık; Batı’nın/Ötekinin kalıplarını taklit etmek değil, kendi köklerimizi çağın gerekleriyle yoğurabilmektir. Gerçek aydın; halkını aşağılayan değil, halkına ışık tutandır. Gerçek ilericilik; Batı’nın salonlarını taklit etmek değil, kendi milletinin değerlerini evrensel insanlık mirasına katabilmektir.

Bugün insanlık, yeniden kendi ruhunu bulmaya muhtaç. İnsanın kim olduğu sorusunu cevaplarken, kendi kültürel aynasına dürüstçe bakmaya ihtiyacı var. Çünkü insan; ancak kendi köklerinden güç alırsa başını dik tutabilir. Aksi halde ne kadar teknoloji, ne kadar lüks içinde olsa da, içten içe tükenir. İnsanoğlu, sadece maddi varlığıyla değil; özüne sadakatiyle, kültürüne saygısıyla, kendi hikâyesine sahip çıkmasıyla insan olur.

Şunu artık anlayalım:

Her nesil, bir milleti yeniden doğurmakla yükümlüdür. Her insan, kendi toprağının ruhunu yaşatmakla sınanır. Ve her toplum, kendi özüne sadakati kadar geleceğe yürüyebilir. Kim ki kendi değerlerine sırtını döner, o yalnızca geçmişini değil, geleceğini de kaybeder.