Artık tüm kardeşlik türküleri egzotik tarafını yitirmiş birer masaldır. Ezop kadar, Nasrettin Hoca kadar masaldır. Sadece Ezop kadar demiş olsak, yeterince korkunç bir izlenim sunulmazdı, bir iç kaynak olarak Nasrettin Hoca kadar masaldır ki Nasrettin Hoca masallarına aşina bir milletin genel kabullerine vurgu yapmak elzemdir. Öylesine kapitalist, öylesine bencil, egoist, öznel…
İslam hukuku kaynaklarında komşuluğun, akrabalık ilişkilerinin, din kardeşliğinin ve genel anlamda kardeşliğin detaylandırılması, bu toplumda hakim olan; artık olgusallaşmış salt kendini düşünmenin hiç gerçekleşmemesini sağlamak için olsa gerektir. Ne yazık ki tüm söylemleri ve elbette eylemleri hamasete kurban verdiğimiz için tüm erdemler unutulmuştur. Artık batının tanımlamaktan dahi aciz kaldığı tüm demokratik haklar usumuzun ve kalbimizin ğayri iradi hareket ettiricisi, otomatik yani kendi kendine işleyen mekanizması olmayı başarmıştır. Söz kadar öz de yavandır artık ve kardeşlik türküleri tahammülfersa bir iğrentiyle karşılık bulur. İnsan hakları söylemlerini, hümanizmi, eşitlik ve adalet hikayelerini, kıytırık demokrasi söylevlerini bağıra bağıra tekrarlıyoruz. Tekrarlamakla kalmıyor, artık yürekten istendiğini, arzu edildiğini de görüyoruz. Bu martavalları kullanım hakkımızı eline verdiğimiz, iradeleri elinde tutan kurumun bize bahşettiği, bahşedebileceği birer hak olarak görüyoruz yahut öyle zannediyoruz. Korkunç bir zan elbette. Seçilmek kişilerin eliyle düzenlenen kanunların bir getirisi. Özgürlük gayrı ciddi bir yalandan ibaret. Demokrasi, Aristo ve Eflatun tarafından eleştirilmiş, halk içinde “ayak takımının yönetimi” gibi aşağılayıcı kavramlarla nitelendirilen bir yöntem. Yaygınlığı dahi kişiler eliyle gerçekleşmiş ve bugün hangi sistemin daha kullanışlı olduğunu tartışmak yerine hangi demokrasinin daha iyi olduğu tartışılabiliyor. Dile dökülüşü bile korkunç; herkes için demokrasi diye dile getirilen şey nasıl demokratik bir istek olabiliyor onu dahi düşünmüyoruz. Bu hakkı size kim verdi ki?
Benmerkezci algının bizi getirdiği yer işte şu kadar korkunç: Bir acıklı varsayım olarak sistem seni öldürüyorsa, bu beni hiç mi hiç bağlamıyordur. Senin ölümün sadece senin hayatının sonlanmasıdır ve senin hayatın benim bir işime yaramadığı gibi ölümün de bana bir şey kaybettirmez. Bu tezin korkunç olduğunu söyleyen bizzat kendimiz oluyoruz, zira saptadığımız şey büyük ihtimalle o benmerkezci düşünüşe, genel kabule göre korkunç olarak nitelenmeyecek.
Somut göstergelere kendi akrabalarınızda, komşularınızda, arkadaşlarınızda rastlayabilirsiniz. Soyut bir devlet düşüncesinin kendilerine yansısını koruyabilmek için cümle tanıdıkları feda edebilmek, ayrıntısına vakıf olmadığı eylemleri ve kişileri jurnalleyebilmek gibi. Tam bir tabir gerekliyse bu basitçe güven ortamının yok olmasıdır. Kendi düşüncesinin haklılığına dahi güvensiz hale getirilen birey, yaşam yalpasında tüm tanıdıklarını feda eder.
Toplumun bireylerinin kişisel olarak korktuğunu söylemek yersizdir. Korku, o bireylerin toplumda konumlanışına müstenit kutsal kabul ettiği, ululadığı, kendisini ait hissettiği zemine ve o zeminin liderine yönelik. Yani insanlar kendilerinin yahut yakınlarının başına bir şey gelmesinden değil; devlete, seçtiği yahut seçmediği hükümete, parti başkanına, tarikat şeyhine, hocasına vs. bir şey olmasından korkar. Oysa tüm kişiler bireyin kendisi kadar geçicidir ve devlet düşüncesi, düşüncenin kendisi kadar soyuttur. Vatandaşlarının düşüncesi dolayısıyla zarar gören bir devlet hiç varolmamıştır. Ta ki o düşünceler eyleme dökülmesin; bireylerin zarar göreceği bir eyleme maruz kalınmasın.
Başkasının acısından olağanüstü keyif alır hale getirildik. Sabah gazetelerde, akşam haberlerde bilmem kaç yüz kişinin tutuklandığını, bir o kadarının öldürüldüğünü görmeden rahat etmiyoruz! Görüldüğünde verilen tepkinin karşılığı olarak söylemek gerekirse tam olarak birilerinin acısına şahit olmadan sabah güne başlayamıyoruz; akşam uyku tutmuyor. Oysa ölüm, gözaltı, tutuklama, tartaklama vb. şeyler, hiç alakamız olmayan kişilerde de görülse uyku kaçıran, ağız tadını bozan şeyler olarak bilinirdi.
Bize kalan, en iyi ihtimalle namluların ve ihanetin insafında insanın birbirine dair iticiliğini sümenaltı ederek yaşayabilmektir artık. Nasıl yaşanırsa! Bir koz olarak değil; zamanı gelince öznesine karşı kullanılabilecek bir malzeme olarak değil, mümkünse kullanmamak üzere saklanan… Coğrafyada, komşusundan mütevellit yaralarını kendi kendine iyileştirmeye uğraşan milletler gibi. Yara bandı derneklerinden yaralarını saklayan mağdurlar gibi. İyilik, insancıl söylemin, İslamcı söylemin gizinde kalmıştır. Eylem de nesi?