Kangren olmamak için

Abone Ol

Gözlemci olmak, etrafımızda gelişen olayları gözlemlemek zor olmasa gerek. İnsanın kendisini savunabilmesi, ihlallerden kaçınması yalnızca kuralları bilmesinden kaynaklanmıyor. Şöyle de diyebiliriz, salt kuralları bilen pasiftir; ama hem kuralları bilen hem gözlem yapan insan aktiftir. Bir kere bananeci değildir. Yalnızca kendisi kötü bir olayla yüz yüze geldiğinde hak savunucusu olmaz. Başkasının başına geldiğinde de aynı tepkiyi verir, aynı aktif savunuculuğu gösterir. Gözlemini iyi yapan insan, daima tetiktedir. Her zaman şarjı doludur. Etrafında gelişenleri takip eden insan iyinin ve kötünün ayrımını daha keskin yapar. Öngörüsü daha kuvvetli bir düzeye gelir. Böylece İslâm’ın temel ilkelerinden biri olan “Emri bi’l ma’rûf  nehy-i anil münker” de daha doğru bir şekilde yapılır ve yerine getirilir. Etrafımıza ciddi ve bilinçli gözlerle bakarsak, eğriliklerin, saplantıların, yanlış anlaşılmaların, insan haklarına tecavüzün, saldırganlıkların, dahası kendisi dışında başka bir insanı değersiz gören tavırların ne kadar yoğun olduğunu görürüz. Hatta bazen bu değersizleştirme faaliyetleri bizzat kendimizce de yapılıyor, kendimiz bencilliğe kapılıp başkasının bir birey olduğunu unutabiliyoruz. Dönüp kendimizi eleştirmiyoruz. Özeleştiri dilimizde havalı bir kelime sadece. Pratikte, kendimiz de dahil özeleştiri yapmayı beceremiyoruz. Ölçüsüzlük ve izansızlık var tavırlarımızda. Söz konusu başkası olduğunda gözümüz kendimizden başka bir yere bakamıyor. Vicdanımız yalnızca kendimize çalışıyor. Eğer başkasının hakkını gözeteceksek, o başkası kimliğini taşıyan kişi bir yakınımız, dostumuz olmalı. Oysa erdemli insan, sevmediğine de hakkını verendir. Saygısını kişisel dürtülerinin, bencil düşüncelerinin altına bir paspasın altına süpürülen pis şeyler gibi atmaz hiçbir zaman. Erdemli insan yalnızca kendi amellerinin sevicisi olmaz. Yalnızca kendi yaptığına saygı duyulsun, ilgi gösterilsin istemez. İyi ve güzel gördüğü tüm davranışları destekler erdemli insan. Onun önceliği yapılan güzel davranışın kim tarafından yapıldığı değildir, onun önceliği davranışın kendisidir. Kimin yaptığı, davranıştan daha sonra gelir.

Sıkıntımız, yalnızca kendisini büyültüp başkalarını küçülten insan profillerinin artmasıdır. Bu profil, kendisini hem maddî hem de manevî olarak abartır, kendisi olmazsa her şey bitecek, değerini kaybedecek sanır. Bunu kendi zihninde bir tabu hâline getiren insan, beklentisi olmayınca psikolojik bunalımlara girebiliyor, ‘bensiz olamaz.’ çılgınlığıyla her şeyi yapabiliyor. Görünüşte sağlıklı ama iç tarafı hastalıklı bireyler toplumda belirmeye başlıyor böylece. Bu bireylerin statüleri de olabiliyor. Öğretmen, doktor hatta psikolog olarak da çıkabiliyorlar karşımıza. Onların statüleri, yanlış kararlarının önüne geçebiliyor ve bu da bizi yanılgıya düşürebiliyor. Yanılgının ağına düştükten, ağzımız yandıktan sonra farkına varabiliyoruz.  Bir toplum düşünün ki o toplumun yetişkinlik seviyesine gelmiş, olgunluk yaşını almış kişileri ‘dışı sağlam içi kof’ profilinde geniş bir yüzdeliği kaplasın. Tam da burada güven denilen sözcüğe yüklenmeye başlarız. Kimseye güvenmeyiz, hatta kendimize bile güvenme noktasında tedirginlikler yaşarız. Halbuki insan, birilerine güven duymadan en önemlisi de kendisine güven duymadan yaşayamaz. İnsan korku ve şüphe duymaksızın, güven sorunu yaşamaksızın kendine ve kendisinden başka kimselere de ihtiyaç duyar, insanın yaşamı için bu zorunludur. Kendimize yakınlık ve sıcaklık hissedebileceğimiz insanlar yoksa etrafımızda biz de biraz önce bahsettiğimiz profil grubuna dahil olabiliriz.

***

Sevgi bağlarının hoyratça koparıldığı, merhametin bencil yanının sivriltildiği, kösnül duyguların zirveye taşındığı, yapmacık tavırların sürekli okşandığı şu zamanlarda tüm insanî ilişkilerimiz kekremsi bir tat almaya başladı. Birey olarak üzerimize düşenleri yapıp içinde yaşadığımız toplumun gelişmesine, sağlıklı insanlar yetişmesine yardımcı olmalıyız. Bu vazife her birimizin yapmaya mecbur olduğu şeydir. Bir toplumda birkaç kişinin yapmasıyla diğerlerinin üzerinden yükümlülük kalkar; buna farz-ı kifâye denir. Bir de toplumdaki her bireyin yapmaya mecbur olduğu şeyler vardır. Buna da farz-ı ayn denir. Üzerimize farz-ı ayn olan işleri başkalarından beklersek başkaları bizim canımızı yakabilir. Nasıl ki başımıza gelen üzücü bir vakada başkası bizim kadar yanmıyorsa, bizim iyi işlerimiz için de hiç kimse kendisini hırpalamaz. Bu sebeple elimizden insanlık adına ne geliyorsa yapmalı ve başkalarına da yapmaya, yaptırmaya vesile olmalıyız. Canı yanan kim olursa olsun herkes bundan biraz pay alıyor havsalasınca. Toplum bir beden gibidir. Bedenin herhangi bir uzvu acısa diğer uzuvları da bundan nasibini alır. Bedenimizin bir ucundaki uzuv ağrıyor ve biz bu ağrıya ilgisiz kalıyorsak meselenin kangren olması ve toplumun başına musallat olması, kısacası toplumu kansere çevirmesi kaçınılmaz olur. İnsan üstesinden gelmek istediği meseleye karşı dürüst olmalı, sorunun kaynağını görmeli, benim uzvuma dokunmadı rahatlığında olmamalı. Kendimizi soyutlayarak, kendimizi berî görerek hiçbir yere varamayız. Yoksa insan, kendi yolunu yitirdikten sonra bir başkasına muhtaç olmadan yolunu tekrar bulabileceğini mi zannediyor Yaşananlardan ders almadan bir sonraki derse geçebileceğini mi sanıyor

İnsan toplumun aynıdır, çeşmesidir, gürül gürül akan suyudur. İnsan toplumun kaynağıdır. İnsan iyi değilse, toplumun kaburgası kırılır. İnsan kırıcı değil, yapıcı, inşa edici olmalıdır. Kangren olmamak için bütün ayrılık çıkarıcı şeyleri bir tarafa bırakarak, insan olduğumuzu unutmadan kenetlenmeli ve bağlanmalıyız birbirimize...