Bugünü, düne hayretle, yarına derin kaygılar içinde bakarak geçiriyoruz. Özeti böyle olan hayata kaçan trenler, kaybolan fırsatlar, elden çıkan imkânlar, varılamayan hedefler toplamı olarak bakanların içlerini oyup duran, son nefesleri gelene kadar da kalplerini terk etmeyecek kalın, sert bir zarla başları belada. Adına hırs, ihtiras, tûl-i emel diyebileceğimiz bu belaya düçâr kimselerin hayata bakışları, hareket tarzları, kurdukları ilişkiler, tuttukları işler topyekûn bir nasipsizliğe işaret ediyor. Bu insan tipini şu satırlarla tarif etmeye kalkışan kimse de bu yazının bir şekilde muhatabı olan kimseler de esasında bu nasipsizlikten arî değil.
Canlılar içinde kendi kendini kemiren; kendi kendini çürüten tek tür insan olsa gerek. Evhamlar, zanlar ve hırslarımızla kendimize kurduğumuz dünyalarımızda büyük bir sefaletle içindeyiz. Her birimiz aynı döngünün müşterisi olduğumuzdan ötürü avunduğumuz teselliler de aynı. Avunmak, belki de var oluşumuzun en temel edimi. Avunmak, bir bakıma da kanmak demek. Ehline malumdur ki “kanmak” eski Türkçe ’den günümüze kalan kelimelerden. Ve ilginçtir ki kanmak kelimesine zaman içinde yüklenen anlamlar kelimeyi oldukça boyutlandırmış. Sözlükte kelimeye ilk olarak “inanmak, kanaat getirmek, aklı yatıp kânî olmak” anlamı verilmiş. Hemen arkasından da “Aldanmak, inanılmaması gereken şeye inanmak” manası eklenmiş. “Bir yiyecek yahut içecekten ihtiyacı tam anlamıyla karşılayacak şekilde yemek-içmek, bir arzusunu yeteri kadar karşılayıp tatmin olmak, yetinmek, iktifa etmek “ yine kanmak kelimesinin karşıladığı anlamlar olarak sıralanmış. (www.kubbealtilugati.com)
Esasında bu kelimenin hangi manasına talip olduğumuz bizim, emniyetli bir alanda mı yoksa bir aldanışın yalancı kucağında mı olduğumuzu belirginleştirecek. Hakkımızda takdir edilmiş olana razı mı olacağız yoksa dünyada birilerince erişilmesi hedef olarak belirlenmiş şeylerin temini için koşturmak ve nihayet onlara kavuşup, kanmayı marifet mi sayacağız? Hangi şıkka kanalım şimdi? Zor olan şık, bir yokuşu çıkmak anlamı taşıyorsa onun çeldirici olması da beklenemez.
Kanmadan edemeyiz. Dünya gaflet üzere döner diyor Hz. Mevlânâ. Sürekli uyanık olmak – burada da sözlüğe bakarsak söz uzar- farkında olmak insan hayatını sürdürülebilir olmaktan çıkarır. Unutmak, raydan çıkmak, saçmalamak, sürçmek insan olmamızın ve belki de daha da önemlisi, hatırlamak gibi en önemli vazifeyi yerine getirmenin ön şartı. Bir şeylere kani olabilmek de bu tecrübeye bağlı. En maliyetli bilginin tecrübe olduğu düşünülürse bu zamana kadar kandıklarımızı da bir anlam dairesine alabiliriz. Kananlar, aldananlar bir yerde iyi niyetlerinin kurbanı sayılabilir ve mazur görülebilirler. Hadi burası kanmak bahsinin hüsn-i kastı olsun.
Bu işin bir de sû-i kast tarafı var ki orada tüm acımasızlığı ile kandıranlar yer alır. Kastettikleri şeyin kötülüğü kalplerinde büyüttükleri karalıkta saklıdır. Kandıranlar, işe önce kendilerinden başlarlar, vicdanlarını kibir taşı ile ezip, duygularını iptal ederler. Dünyayı lehlerine çevirmek için dolaplar döndürmektir işleri. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanıp korku buhranları ile yaşarlar. Dumanlı havayı severler, suyu bulandırırlar balıklar için; kaz gelecek yerden de tavuklarını esirgemezler. Sol ellerinde taş tutarken sağ elleri ile sizinle tokalaşırlar. Siyaseti, sanatı, kültürü fırsatlar üzerine kurgularlar. Mahirler, cevvaller, yol yordam bilirler; koltuklarına birkaç karpuz sığdırabilir; gemilerini her türlü hava koşulunda yüzdürebilirler. Topladıklarına kanmak ile geçer ömürleri hem de kanmalarına ortakçılar ararlar. Fırsatını kaçırmamak için, ıskalamaktan nefret ettikleri için, attıkları taşın birkaç kuşa denk gelmesi için yırtınıp dururlar. Güç vehmettikleri her ne ya da her kim ise onu abartırlar, köpürtürler. Alkış için ilk onlar ayağa kalkarlar. Hesaplarını kılı kırk yararak yaparken, hasbî olan her şeyden kaçarlar. Her dili konuşurlar, her kılığa girerler, hatta menfaatler karşısında kayıtsızmış gibi görünmesini de bilirler. Ama bilin ki bunlar, sahte yüzlerinin arkasında çok derin bir yalnızlık içinde kıvranırlar, ezdikleri vicdanlarının kısılmaz sesleri altında inlerler. Çevirdikleri dolapların gıcırtıları arş-ı âlâya erişir. Bulandırdıkları sularda avladıkları balıklar boğazlarına takılır; kaz gelsin diye esirgemedikleri tavuklar mundar olur gider. Mahirlikleri, cevvallikleri, yol yordam bilmeleri gözlerine sinmiş o derin korkudan onları kurtaramaz.
Peki, kim bu adamlar, çoklar mı, nerede yaşarlar? Şöyle diyelim, bitirelim ve bu soruya cevap sayılsın: Kıssayı anlatınca sordu bir büyük: Firavun nerde Musa nerde? Masal gibi dinleme anlatılanları dedi sonra ve ekledi: Kaçırma aynadan gözlerini.