Vapurlarda ya da Üsküdar meydanında görmekteyim onları. Hepsi sanki aynı insan, aynı temiz kocaman gözlerle, masum bakışlarla yüreğinize fısıldamaktadırlar:
-ne olur bir çatal iğne, çakmak, iplik alın.
Bu etrafa soru soran bakışlara değmemek için bazen gözlerinizi yere indirirsiniz, görmemiş gibi yapıp kendi vicdanınızı rahatlatmanın derdine düşersiniz.
İlle de mendil satan kadınlar.
Çengelköy’de üstü başı düzgün bir hanımefendi, adeta bana acımayın, sakın ha üzülmeyin, kederlenmeyin diye anlatmaya çalıştığı vücut dili ile en güzel elbisesini giyip, çuha sesi ile:
-lütfen bir mendil alabilir misiniz
Diye sorarken kadından utanıyorum, düzenin adaletsizliği, insanları ne hallere düşürmekte diye düşünüp, hemen elimi çantama atıyorum fakat o kibar ses:
-lütfen, ihtiyacınız varsa alın, sizi zorlamayayım.
Gel beni vur öldür, zorda ama başkasının kendisi için zora düşmesini istemeyecek büyüklük göstermeyi de ihmal etmeyen bir asalete sahip.
Muhtemelen kendisi de bir vapurda rastladığı, merhamet ekilmiş yüreklere hitap eden; bir liralık kalem, yara bandı, nane şekeri, tarak, tutkal, iğne satan birini gördüğünde, elini cebine atıp alamamanın ıstırabını kim bilir ne kadar yaşamıştır.
O ihtiyaçlı kişinin sattığı kalemlerle devran döndüğünü, evin yaşlısının öksürüklerini kesen ilaç, çocuğun mektep defterleri, hanenin kirası olacağını bilip de cebindeki bir liraya kendisinin de çok ihtiyacı olduğunu gördüğünden alamadığı ama acı ile kıvrandığı zamanlar mı gelmektedir ki;
-lütfen kendinizi zorlamayın diye üstelemekte.
O düşüncelerle dalgın, karamsar, insan kardeşlerimin içinde bulundukları girdaptan kederli, yolumun düştüğü sonradan çok büyümüş o ilçede daha beter bir vuruk.
Böyle mi olacaktı.
İlçede uzun dönemdir belediye başkanlığı yapan zatın adını taşıyan AVM’nin karşısında karınca gibi eziliyorum, piramitleri anımsatan binanın kalın camları, Olimpos dağı gibi yıldırımlar yağdırıyor üzerime.
Çengelköy’de kâğıt mendil satan kadın geliyor yanı başıma, o lanet Ziggurat’ın bütün camlarını kırmak geliyor içimden. Servetin tek elde toplanması, ciğeri beş para etmez adamların ellerinde torunlarının torunlarına yetecek bir malın depolanması, haksız kazanç, yoksuldan garipten yetimden çalınmış paralar, haramla, irinle inşa edilmiş pis bir kir kalesi önünde midem bulanıyor.
Belediye başkanlığı çoğu zaman şaibelidir, yıllardır duyarız, yörelerindeki kelepir arsalara değerinin altında ücret ödeyip sahip olmaları ve zaten pek çoğu müteahhit kafalıdır, kâğıdın kitaplaşmasından değil para olarak basılmasından mutluluk duyan bu adamlar, kâğıttan kuleler kurarken iç hisarlarını yıkmışlardır artık hissedemezler; yanlarından geçen bronkopnömoni hastası kadının, kâğıt mendil parası ile evinde küçük tüple ısınma savaşı verişini.
Fakat galiba sorun onlarda da değil, bu millet nedense hırsızı sevmekte, zengin olsun da nereden kazanırsa kazansın düşüncesi fazlası ile genel geçer.
Yakın geçmişte, “Hz. Ömer’in adaletini günümüzde yaşatıyor” diye gazetelere manşet olan bir belediye başkanı da gördü bu millet. Sayın Süleyman Canan, Kütahya Belediye Başkanı idi; kul hakkına girmemek için makam arabasını kullanmaz, işten çıkınca evine yürüyerek gider, belediyede abdest aldığı suyun parasını öder, aldığı maaşının bir kısmını yoksullara dağıtırdı. Böyle bir insanlık abidesinin herkese örnek olması gerekirken ne yazık ki kitleler, çalıp çırpanı kendisine rol model almakta. Değerli, erdemli, hakça paylaşım derdinde olan kişiler yalnız bırakılmakta.
Kâğıt da aynı kâğıt, para olarak basılınca tapıcıları çığ gibi ama kitap olarak basılınca yüzüne bakanı yok.