İtikadi sapmalar 1 - Âlimlere kulluk sınırının ötesinde hak tanımak

Abone Ol

İlmin ve âlimin fazileti hakkında gerek Kur’an-ı Kerim ve gerekse Sünnet-i Nebeviyye’de çokça deliller bulunmaktadır. Nitekim bir hadislerinde Allah Resulü şöyle buyuruyor: “Kim ilim öğrenmek için bir yola girerse Allah onu cennete giden yollardan birine girdirmiş demektir. Melekler ilim talep edenden memnun olarak kanatlarını (üzerlerine) koyarlar. Gökler ve yerde olanlar ve hatta denizdeki  balıklar âlim için istiğfar ederler. Âlimin abid üzerindeki üstünlüğü dolunaylı bir gecede ayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Âlimler peygamberlerin varisleridir. Peygamberler dinar da, dirhem de miras bırakmazlar. Ama ilmi miras bırakırlar. Kim ilim elde ederse o bol bir nasip elde etmiştir” (Ebu Davud, 3641, Tirmizi, 2683). Her şeyden önce Müslümanlar dinlerini koruma ve salih amellere yönelme konusunda Rabbani âlimlerin mürşitliğine, yol göstericiliğine ihtiyaç duyarlar. Yol göstericileri âlimler olmayan, âlimlere gerekli saygı ve hürmeti göstermeyen toplumlar bir gün mutlaka Hak yoldan saparlar. Bununla birlikte âlimler de bir kuldur ve masum değillerdir. Müslüman’ın inancı  kendisini her konuda ölçülü olamaya Hakk’ın hatırını her şeyin üstünde tutmaya  mecbur kılar. Bir makama veya bir şahsa duyulacak sevgi ve itaatin ölçülerini  nasslar  yani Kur’an ve sünnette bulunan deliller belirler. Uydurma rivayetler veya kulaktan kulağa dolaşan efsanelerle hiç kimseye fazladan bir yetki tanınamaz. Peygamber varisi âlimlere ve Müslümanların idaresini üzerine alan halifeye dahi böyle bir yetki tanınamaz. İslam esasen kulluk vazifesi açısından  her bir mensubunu aynı derecede sorumlu tutar, güç ve kuvvetleri oranınca üzerilerine yüklenen vazifelerin yerine getirilmesini  ister. Bununla birlikte âlimlerin, devlet idarecilerinin, kadıları, ordu komutanlarının ve benzeri makam ve mevki sahiplerinin işgal etmiş oldukları makamların üzerilerine yüklediği ek bir sorumlulukları vardır. Ancak bu sorumluluklar onlara bir imtiyaz tanımaz ve diğer din kardeşleri arasında farklı ve üstün bir mevkie taşımaz. İslam üstünlüğün bir takım makam ve mevkilerde değil kulluk yarışında olduğunu ilan etmiş   ve bütün fertler için geçerli olan tek bir ölçü koymuştur. O ölçü de takva yarışıdır. Kim Allah Teala’dan daha çok korkar ve günahlara dalmaktan daha çok sakınırsa o en üstün kul olur.    Âlimler peygamber varisi olsalar da birer kuldur. Onların dinde olmayan bir şeyi dine ekleme yetkileri yoktur. Yani bir helali haram kılamazlar veya bir haramı da helal kılamazlar. Dinde olan bir şeyi dinden çıkaramazlar ve dinde olmayan bir şeyi de dine yamayamazlar. Nitekim Elmalılı Hamdi Yazır tefsirinde bu hususu  şöyle açıklamaktadır: “Şeytanlara, tağutlara, Nemrutlara, putlara (heykellere) tapınmak (saygı duymak) nasıl bir şirk ve Allah’a nasıl bir küfrü küfran ise, âlimlere haddi ubudiyyetten (kulluk sınırından) fazla bir kıymet vermek, mesela hatayı, sevabı, hakkı, haksızlığı ayırmayarak ilmi hakkın icabı olmayan fikirlerini, ilahi vahiyden kaynaklanmayan kendi görüşlerini, teşahhiye (hırsına) tebeiyyet mahsulü keyfi fetvalarını ve iradelerini kabul etmek, Allah’ın emrine muhalif olduğu  açık olan hatalarına bile itaati tecviz eylemek velhasıl Allah ne diyor diye düşünmeden, Allah’ın emrine ittibaı (uymayı) hesaba almadan ittiba eylemek dahi öyle bir şirk ve küfürdür. Allah’ı bırakıp başkalarına tapınmaktır” (Hak Dini Kur’an Dili, 4/1513, Eser Neşriyat). Merhum Hamdi Yazır’ın bu ifadeleri son zamanlarda yaşadığımız hadiselerle nasıl da birebir örtüşmektedir. İnsanlar eski bir “din vaizi”ni adeta bir “din vazıı” yani “din koyucusu/kurucusu” makamına oturttukları için onun  ağzından çıkan her bir söze kutsallık atfederek hemen icraat sahasına sokmuşlar, o konuda İslam’ın ne dediğine hiç mi hiç aldırış etmemişlerdir. Bu konuda ne denli korkunç  şeylerin yapıldığı basında her gün saçılıp dökülmektedir. Tekrarına lüzum olmadığı için buraya aktarma gereği yoktur. Basında yazılanlara bakılırsa bu şahıs tebaası tarafından adeta ilahlaştırılmış, kendisine peygamberlere tanınmayan yetkiler tanınmıştır. Tıpkı Şia anlayışında olduğu gibi. Nitekim onlar da 12 imam  diye uydurdukları bir silsileye kutsallık affederler ve onları peygamberlerden üstün tutarlar. Bu konuyu daha sonra müstakilen işleyeceğim için burada Şia’nın sapkınlıklarının teferruatına girmiyorum. Bu günlerde benzer bir şekilde tebaası tarafından adeta her yaptığı kutsallaştırılan eskiden Kadiri Şeyhi olduğu iddiasında  iken (iddia diyorum, çünkü şeyhliği de sahte idi) şimdilerde Alevi dedeliğine ve Kemalist ideologluğuna soyunan bir zat vardır ki birçok kişi onun bu yüzseksen derecelik dönüşüne tam bir uyum sağlamışlar ve her konuşmasında Ehl-i Sünnet değerlerine verip veriştirmesine, Rabbani  âlimlere saldırmasına alkış tutmaktadırlar. Bu zatın şeyhliğinin de, âlimliğinin de, profesörlüğünün de sahte olması diyelim ki peşinden sürüklediği yığınları ilgilendirmiyor. Peki, ama Ehl-i Sünnet inancına bu kadar zıt ve bizim coğrafyamızda yaygın olan İslam kültürüne bu kadar ters konuşmaları hangi saiklerle alkışlanıyor?