İstismarı önlemek için tek çare tekke ve zaviyelerin tekrer açılması gerekir

Abone Ol

Bir takım arkası karanlık, nevzuhur organizasyonların Müslümanlık kisvesi altında işledikleri cürümlerden hareketle yüce İslam dinine hizmet etmekten başka bir emeli olmayan ve kökleri asırlar öncesine dayanan tarikat ve cemaatleri aynı kefeye koyup hüküm vermeye kalkışmak en azından hakkaniyetle bağdaşmaz.

Esasen gerek Türkiye ve gerekse diğer İslam dünyasında yaşanan buhranların temel sebebi ana yoldan sapmış olmaktır. Ana yol ise Ehl-i Sünnet’tir. İslam dünyasının asırlar boyunca huzur ve sükûn içerisinde yaşamasını sağlayan şey Ehli Sünnet prensiplerine bağlılık idi. Tarihi seyir içerisinde kurulan Sünni Tarikatlar ise Ehli Sünnet akide ve fıkhının öğretilmesini ve daha iyi yaşanmasını sağlamak amaçlı kendiliğinden oluşan organizasyonlarıdır. Abdulkadir Geylani ve talebeleri gibi.

Muhterem Emin Saraç hocaefendi kendisiyle yapılan bir söyleşi de bizi biz yapan ve bu topraklarda asırlar boyunca birbirimize kenetlenerek yaşamamızı sağlayan iksiri şöyle açıklamıştır:

“Bizim, şu topraklar üzerinde üç tane mühim temel taşımız vardır. Bir: Ehl-i Sünnet akidesine sadık olmak. İki: Mezhebe, hususîyle Hanefî mezhebine merbut olmak. Bu ümmetin üçte ikisinin bağlı olduğu bir Mezheb-i Hanefî var ki en zengin fıkıh serveti onların elindedir. Üç: Tasavvuf…”

Bilindiği gibi tekke ve zaviyeler 30 Kasım 1925’te kapatıldı. Ama çok şükür resmen yok sayılsa da varlığını daima sürdürdü. Hatta denebilir ki İslami ilimlerin yeniden ayağı kalkması özellikle Güneydoğu ve Doğu Anadolu’da ayakta kalmayı başaran tekkelere ait medreseler sayesinde olmuştur. Bu ilim havzası üzerlerinden adeta silindir geçmesine rağmen varlıklarını bağımsız ve bağlantısız oldukları için korumayı başarmışlar, itikadi ve fıkhi sapmalara fırsat vermemişler, kucak açmamışlardır. Özelikle Güneydoğu illerimizdeki medreselerin ve şeyh efendilerin bölge halkı üzerimde ne denli derin manevi otoriteye sahip oldukları -bölge halkı üzerinde oynanan onca oyunlara rağmen- halen daha müşahedede edilen bir gerçektir.

Son zamanlarda birileri durmadan tarikatlar ve cemaatler denetlensin diye yazıp çiziyor. Bu koroya maalesef İstanbul Müftüsü de katılmış durumdadır. Sayın müftü katıldığı bir toplantıda şöyle diyor: “Tarikatların, cemaatlerin ve dini yapıya katkı sağlamak isteyenlerin Diyanet İşleri Başkanlığı veya başka bir kurum tarafından denetlenmesinden başka bir çare yoktur. Eğer böyle bir denetleme mekanizması kurulursa bunlar hedeflerinin ne olduğunu açık ve şeffaf olarak ilan ederler, üye sayılarını ve ekonomik güçlerini deklare ederek hizmet ederlerse elbette katkı sağlarlar.”

Bu konuşmada yanlış olan ne diyeceksiniz? Öncelikle tarikat ve cemaatlerle onlara bağlı olduğu iddia edilen vakıf, dernek ve ticari işletmelerin aynı kefeye konulması ilk yanlıştır. Zira yasal zeminde olan her bir kurum veya kuruluşun mutlaka uymak zorunda olduğu kurallar ve denetleme mekanizmaları vardır. Örneğin vakıfsa Vakıflar Genel Müdürlüğü denetçileri denetler. Ticari işletmeyse maliye denetler. Dernekse dernekler masası denetler. Yani başka vakıflar dernekler denetleniyor da yalnızca tarikatlara ait olduğu varsayılanlar mı denetlenmiyor. Tabii ki hayır. Buraları da mutad denetimlerden geçiyor.

Burada denetlenmeyen tek şey tarikatların kendi yapısı kalıyor ki onu da denetleme imkânı yoktur. Yani kendisini piyasaya tarikat şeyhi diye arz eden bir şahsın müteşeyyih mi yani şeyh olmadığı halde şeyhlik iddiası güden bir şarlatan mı yoksa elinde silsilesi olan hakiki bir mürşid mi olduğunu anlamak kalıyor. Onu da anlamak için bir ehliyet soruşturması lazım ama bu yapılamıyor. Çünkü tarikatların hükmi şahsiyetleri tanınmıyor, varlığı inkâr ediliyor. Bu durum yani bu denetimsizlik aslında en çok da mürşid-i kâmil makamında bulunan gerçek şeyh efendileri rahatsız ediyor.

Esasen meselenin çözümü çok basittir. Çözüm Osmanlı’daki uygulamaya geri dönmektir. Selçuklu döneminde İmam Gazali’nin Şii-Batıni fitne ve anarşisini batırmak için varlığını bir zaruret gördüğü Sünni tasavvufun yeniden canlandırılması lazımdır. Bu yapılmadan istismarların önüne geçilemez.

Tarikat ve cemaatlerin ikide bir uluorta denetlenmesinden bahsetmek buraları zan altına itmektedir. FETÖ ve benzeri yapılanmalar ve onlara karşı yürütülen operasyonların oluşturduğu tedirginlik zaten milleti dini cemaatlerden ve hatta dinle alakalı kitaplardan yeterince soğutmuş ve ürkütmüş durumdayken meselenin üzerine tuz-biber ekmeye hiç gerek yoktur.

Diğer taraftan cemaatlerin mali veya güvenildik yönünden denetlenmesi Diyanet İşleri Başkanlığı’nın değil ilgili kurumların görevidir ve onlar da zaten bu denetleme ve gözetlemeyi yapıyordur. Denetlenmesi yapılamayan tek tarafı bunların taşıdığı ve ya yaydığı dini düşünce ve öğrettikleri fıkıhtır. Eğer dini düşünce anlayış konusunda bir denetleme yapılacak olursa bu konuda eminim ki karnesi en temiz olanlar silsile sahibi gerçek tarikatlar olacaktır.

Bence bu manadaki denetime hiç beklemeden hemen başlatılsın ve bir örnek olması açısından da ilk olarak Türkiye Diyanet Vakfı’nın kurucu vakıf olduğu 19 Mayıs Üniversitesi’ne bağlı olan Kur’an Araştırmaları Merkezi’nin (KURAMER) yayınladığı W. Montgomery Watt’ın yazdığı “Hz. Muhammed Mekke’de” kitabı ile işe başlansın.

Bu arada unutmadan hatırlatalım ki adı geçen kitabı yayınlayan KURAMDER’in müdürlüğünü eski Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu yapmaktadır. Fahri başkanı ise yine eski Diyanet İşleri Başkanı Tayyar Altıkulaç’tır.