İstanbulu tarif etmek zor şimdi!

Abone Ol

“İstanbul muhakkak fetholunacaktır. Onu fetheden komutan ne güzel komutandır ve O’nun askerleri de ne güzel askerdir.”

Sevgili Peygamberimizin (S.A.V.) bu güzel hitabına mazhar olan Fatih Sultan Mehmet Han ve askerleri bize İstanbul’u armağan etmekle kalmadılar; bir çağ kapatıp, yeni bir çağ açtılar. Fethin manası da Fatih ve askerleriyle bir mana zenginliğine büründü.

Geçtiğiz hafta İstanbul’da idim. Türkiye’nin ve İslam şehirlerinin en önemli şehirleri arasında yer alan bu şehir, içinde çok şeyler barındırıyor. Ezelden beridir içinde yetmiş iki buçuk milletten insanların yaşadığı şehir ne tezatlıkları barındırmaktadır. Anadolu sevgisinin doruklaştığı merhum Abdurrahim Karakoç, “Anadolu’da Bahar” isimli şiirinin son kıtasında şöyle demiş:

“Çıkıp baksan Çamlıca’nın başına,

İki kıt’a bir boğazda aşina...

Karakoç’um, gel, yorulma boşuna,

İstanbul’u tarif etmek zor şimdi.”

Hakikaten İstanbul’u tarif etmek zordur şimdi. Büyük Sultan Fatih’le birlikte karanlık çağla birlikte huzursuzluklar da bitmişti. Hıristiyan papazlar bile bu güzel komutanı güller atarak alkış tutmuşlardı. Minyatür sanatımızın ustalarından Sinan’ın Fatih portesinde Sultan’ın elinde güller vardır. Sanatçı bu duygularını bir tarihi belgelemek açısından resmine yansıtmıştır. Türklerde üç boyutlu resmin de bu tablo ile başladığı belirtilir. Bu tablo aynı zamanda Peygamber Efendimizin (S.A.V.) gül ile remzedilişine bir iştiyaktır. Ayrıca Fahri Kâinat Efendimize olan uhrevi sevgiyi anlatmak açısından da tarihe mal olan güzel bir haslettir.

Fethe açılan bu güzel şehir Osmanlılarda nasıl efsunlu bir şehirse bütün tezatlarına, olumsuzluklarına rağmen de hâlâ efsunluğunu korumaktadır. Ancak ne çare ki yedi tepeden seyr-i sefer edilen İstanbul’u bulmak, tarif eylemek zordur. Bu şehir sanki tekrar ortaçağ karanlığına gömülmek ve kaybolmak üzeredir.

Şairlere, yazarlara, mütefekkirlere ilham kaynağı olan, bir milleti avutan ve dahası kendine getiren bu şehir şimdi adeta arsızlıkları, ahlâksızlıkları, nahoş durumları, rezilane vaziyetleri bağrında barındıran bir görünüm içindedir.

Bir medeniyet şehri olan İstanbul’un ihtişamlı günlerini tasavvur ettiğimizde hüzne kapılmamak mümkün olmuyor.

Payitaht olan bu şehir, çok farklı kültürlere ev sahipliği yapıyor. Her sokağında güzelliğin, estetiğin, zarafetin, hoşgörü ve yardımların yaşandığı bu şehir amansız bir sancıyla kıvranmaktadır. Bir yanda gökdelenler göğe uzanan ihtişamlı minareleri gölgelerken diğer yanda varoşlarda gecekondular şehrin siluetini ortaya koyuyor. Her dönemde mirasyedilik illeti, yağma ve talan devam ediyor. Ormanlık alanlar adeta vasfını yitirmiş ormanlık alana tevdi ediliyor. Gücü yetenlerin yarış halinde olduğu harcıâlem bu şehirde de kendini gösteriyor. Ne kadar gücün yeterse o kadar götürebilirsin mantığıyla nereye kadar gidilecektir Bunu anlamak mümkün görünmüyor.

Her türlü hayatın cirit attığı bu kentte tarihi binalar, külliyeler, camiler bakıma alınmış ama ne zamana kadar müphem! Koca reklam ve propaganda amacına matuf görünen korumalık, sözde bilgilendirme kuşatmalar ne zaman yerinden sökülüp o tarihi değerler ortaya çıkabilecektir acaba

Bir türlü bitirilemeyen restorasyonlar, tadilatlar…

Surların çevresini gördünüz mü bilmem. Evsiz avarelerin şilteleri, ateş dumanları arasında siyahlaşmış duvarlar az ötede ışıl ışıl modern kentle ne kadar da zıt bir durum arz ediyor!

Sadece Koca Sultan’ın adını alan Fatih ilçesinde değil başka semtlere vardığınızda da benzeri görüntülerle karşılaşabilirsiniz.

Türkiye’de belli bir dönem sonrasında belediyecilik anlayışında değişimler oldu. Belediyeler şehre ve insana hizmet anlamında bir kısım farklı uygulamalara gittiler. Fakat bütün bu uygulamaların ne kadar gerçekçi olduğu da tartışılabilir. Politik kaygılara dayalı icraatlarda o kadar lüzumsuz harcamalar yapılıyor ki, bu harcamaların hesabını soran var mı Meçhul!

Kim ne yapıyor, nasıl yapıyor, neden yapıyor Belli değil! Geçen gün Salih Mirzabeyoğlu’nu dinledim; “Mutlaka adalet!” diyordu konferansında. Demokrasi anlayışına uzun uzadıya değindi. Demokrasi ile insan arasında uçurumlar var. Yönetimsel anlamda azınlığın oyuyla işbaşına geliniyor. Çünkü muhalefet bölündüğü için kaybediyor ve çoğunlukta muhalifler oluyor. Ancak icraatlar sanki her yönüyle bize yetki verildi mantığıyla hareket ediliyor. Dahası kontrol mekanizmasını yitiren yönetimler paşa paşa icraatlarını yürürlüğe koyuyorlar.

Tekrar Dersaadet’in ahvaline dönecek olursak…

Bu medeniyet şehri kendi asli kimliğine dönebilmelidir. Bunun için de popülist politikalardan acilen vazgeçilmelidir. İstanbul için bazı hizmetler de olmaktadır, olacaktır da ancak yağma ve talan inisiyatifi devre dışı bırakılmalıdır. Birinci derecede sit alanı durumundaki tarihi binaların etrafı nasıl kuşatılabilir Bu binalara hakkıyla sahip çıkılmalıdır. Göstermelik çalışmalardan vazgeçilmelidir.

İstanbul, bütün çetrefilliğine rağmen atalardan kalan o muhteşem varlığıyla halen ruhlara, beyinlere hitap etmektedir. Bu büyüleyici şehrin estetiği korunarak bir medeniyet şehri varlığı düşünülerek hareket edilmelidir. Çarpık yapılanmalara da artık son verilmelidir.

Üstad Necip Fazıl Kısakürek,

“Şimdi Fatih kalksa mezarından ne ben onu tanırım ne o beni tanır.

Ama İstanbul’u Bizanslılar almış deyip tekrar savaşır!” diyor.

Doğru söze ne denir ki!...

Sözü yine üstada veriyor ve güzel şiiriyle sizleri baş başa bırakıyoruz:

“Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;

Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.

İçimde tüten bir şey; hava, renk, eda, iklim;

O benim, zaman, mekân aşıp geçmiş sevgilim.

Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;

Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.

Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale,

Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale.

İstanbul benim canım;

Vatanım da vatanım

İstanbul,

İstanbul

Tarihin gözleri var, surlarda delik;

Servi, endamlı servi, ahirete perdelik

Bulutta şaha kalkmış Fatih’ten kalma kırat;

Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat

Şahadet parmağıdır göğe doğru minare;

Her nakışta o mana: Öleceğiz ne çare

Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet;

Beyoğlu tepinirken ağlar Karaca Ahmet

O manayı bul da bul!

İlle İstanbul’da bul!

İstanbul,

İstanbul

Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği;

Çamlıca’da, yerdedir göklerin derinliği.

Oynak sular yalının alt katına misafir;

Yeni dünyadan mahzun, resimde eski sefir.

Her aksam camlarında yangın çıkan Üsküdar,

Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar

Bir ses, bilemem tambur gibi mi, ud gibi mi

Cumbalı odalarda inletir katibi mi

Kadını keskin bıçak,

Taze kan gibi sıcak.

İstanbul,

İstanbul

Yedi tepe üstünde zaman bir gergef isler!

Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler

Eyüp öksüz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu,

Adada rüzgâr, ucan eteklerden sorumlu.

Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından

Hâlâ çığlıklar gelir Topkapı Sarayı’ndan.

Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar;

Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar

Gecesi sümbül kokan

Türkçesi bülbül kokan,

İstanbul,

İstanbul.”