İsrail, Trump’ı da gözden çıkarır mı?

Abone Ol

Beyaz Saray’da açıklanan Gazze planı sonrası HAMAS’ın diplomatik hamlesi İsrail cephesinde Trump’a yönelik soru işaretlerini bir kez daha gündeme taşıdı.

Kamuoyunda sıklıkla konuşulan küreselciler arası savaş ya da Siyonistlerin kendi içinde yaşadığı savaş olarak lanse edilen süreç de böylece bir kez daha öne çıkarıldı.

Trump ile Siyonistler arasında gerçekten böyle bir mücadele var mı sorusu, Kennedy dönemi ABD-İsrail ilişkileri üzerinden bir okumayla cevaplandırılmaya çalışılıyor.

Buna göre, diğer başkanların aksine Katolik olan John F. Kennedy, Siyonist bankerlerin yönettiği FED’in dolar basma hakkının devlete devredilmesi noktasında yasal düzenlemeye yönelmiş, aynı zamanda Ben Gurion’la ters düşerek İsrail’in nükleer program geliştirmesini durdurmaya niyet almıştı.

Bu adımlar Kennedy’nin, tıpkı dolar basma hakkını bankerlerden aldıktan kısa bir süre sonra öldürülen Abraham Lincoln gibi, 1963 yılında suikastla ortadan kaldırılmasını beraberinde getirdi. Öyle ki, dönemin başsavcısı olan ve suikastın oluşturduğu travma ve mağduriyetin de etkisiyle kardeşinin yerine koltuğa geçmesi beklenen Robert Kennedy de 1968 yılında suikasta kurban gitti. Başkan Kennedy’ye suikastı gerçekleştiren tetikçiler de sırasıyla öldürüldü ve konu kapatılmış oldu.

Son seçim sürecinde Trump’ın bu ve benzeri suikastlara vurgu yapması ve bunlara ilişkin sır perdesini aralayacağını açıklaması bu yönüyle dikkatleri çekti. Hatta Trump, ikinci döneminde Robert Kennedy Jr’a kabinesinde bakanlık verdi ki, Jr. Kennedy halen Sağlık ve İnsani Hizmetler Bakanlığı görevini yürütüyor.

Bu okuma şekli, İsrail ile Trump arasında perde gerisinde bir mücadele olduğu tezinden hareket ederek şekillendiriliyor.

Bu noktada, doğrudan bir yargıya başvurmanın yolu Trump’ın izlediği politikalar ile İsrail’in hedefleri arasındaki benzerlik ya da farklılıkları tahlil etmekle mümkündür. Bunun dışında yapılacak değerlendirmeler vakıanın tespitinden ziyade arzulara ya da zorlama tespitlere işaret edecektir. 

Trump’ın hem ilk dönemde hem de ikinci döneminde attığı adımlar bu anlamda yeterince fikir vermektedir.

Trump’ın göreve geldiği ilk günden bu yana İsrail’in arzu ettiği politikaları hayata geçirmesi bağlamında birçok örnek sayılabilir. Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak ilan etmesi, Golan Tepeleri’nin İsrail’e ait olduğunu resmen açıklaması, İsrail’e milyarlarca dolar destek sağlaması, bölge ülkelerini Abraham anlaşması yoluyla İsrail ile normalleşmeye zorlaması ilk anda akla gelen icraatları arasında sayılabilir.

İster istemez ortalama bir insanın aklına “ya bir de dost olsaydı acaba daha ne yapabilirdi” diye sormak geliyor.

Bütün bunlara rağmen elbette Siyonistlerin çıkarları ile Trump’ın çıkarları arasında bir zıtlaşmanın olma ihtimali dile getirilebilir.

Ancak bunun bir mücadeleye dönüşebilmesi için Trump’ın siyasi, iktisadi, askeri sahadaki aktörleri yönetebilme kapasitesi devreye girmektedir.

Bugüne kadar attığı adımlar, bu kapasiteye sahip olmadığı yönünde izlenim vermektedir. Örneğin sır perdesini aralayacağını vaat ettiği suikastlar ile ilgili bugüne kadar paylaştığı bilgiler sanıldığının aksine olayın iç yüzünü aydınlatmak yerine adeta bir daha açılmaması için üzerine beton dökecek türden görünmüştür.

Yine son Katar saldırısı Siyonistlerin pervasızca hareket edebileceğini ortaya koyarken Trump’ın yapabildiği ise üçlü telefon zirvesiyle Katar’dan özür dilettiği yönünde bir bilginin paylaşımı olabilmiştir. 

Epstein tehditlerinin havada uçuştuğu bir ortamda yine de iddia edildiği gibi karşılıklı restleşmeler şeklinde bir sürecin işletildiği varsayıldığında Trump’ın “Kennedy laneti”yle karşı karşıya kalmasından bahsedilmesi mümkün hale gelmektedir.

Zira Kennedy’nin de birçok kez İsrail’in güvenliğinin ABD’nin teminatı altında olduğunu sıklıkla dile getirmesine karşın nihai noktada İsrail’in pervasızlığına dur deme ihtiyacı hissettiğinde kaçınılmaz son ile karşılaştığını unutmamak gerekmektedir.

Trump liderliğindeki ABD’nin Siyonist sultadan kurtulmasının yolu iktisadi ve siyasi anlamda bağımsız olmasından geçmektedir. Bu olmadığı takdirde Amerika eşittir İsrail denklemi devam edecektir. Şu durumda Trump’ın denklemi bozmaya dönük bir gündemi olduğu iddiası, popülist söylemin ötesine geçmemektedir.

Son söz olarak şunu söylemek gerekiyor. Aksa Tufanı ve son olarak Sumud’un gösterdiği şekliyle Siyonist kötülüğü durdurmak mevcut yönetimler eliyle olmaktan ziyade aşağıdan yukarıya toplumsal direnç ile gerçekleşecek gibi görünmektedir. Onun için odaklanılması gereken Trump’tan ziyade Amerikan toplumundaki anti-Siyonist bilincin seviyesidir. Son araştırmalar bu noktada oldukça ümit verici bir düzeye ulaşıldığını göstermektedir. Siyonist kötülüğün gücü, kontrol altına aldığı siyaset-sermaye-medya üçgenine rağmen toplumsal direnç ile muhakkak kırılacaktır.