Işıksız köyler

Abone Ol

Gördüğüm, gezdiğim yerlerde köyler terk edilmiş.

Okulların kapısına kilit vurulmuş, öğrenci olmadığı için.

Avlular, eyvanlar, bağlar, bahçeler boşalmış çocuk neşesinden.

Evler gece karanlık,

Işıksız köyler,

Hayalet beldeler,

Gece yanlarından geçerken korkuyorsunuz,

Mezarlık kadar ıssız köyler.

Viran ve harap olmayan çok zengin köylerde de aynı sessizlik.

Hafta sonunu Kartepe’nin bir köyünde geçirdim.

Kuzenim ve eşi, yaşlı kayınvalidesinin kaldığı ev ve 2-3 evde ışık vardı.

Civardaki haneler karanlığa gömülmüştü.

Yazın şen şatır kalabalık köyde, kışın 4 hane kalmakta imiş.

Biri imamın ailesi, diğeri kuzenim ve iki hane daha.

Etrafta devasa ebatta, lüks villalar büyük bir açgözlülükle yapıldığından pahalı malzeme kullanılmış.

Bu yazlık olgusunu da yanlış anlamakta bizim millet.

Havanın asıl en temiz olduğu kışın, ulu dağların tepesindeki bu güzel köyü bırakıp şehir merkezinin curcunasına, beton apartmanlara, egzoz gazına, trafiğe, gürültüye dönmekteler.

Birkaç AVM’nin, marketin, çer çöpün hatırı büyük olmakta.

Kentin kalabalığı mı cazip gelmekte artık anlamak mümkün değil.

Ki o villaların sahiplerinin çoğu da emekli, şehirde yapabilecekleri bir işleri de yok.

Operaya, tiyatroya, müzelere de gideceklerini sanmıyorum, muhtemelen şehre TV önünde pineklemeye inmekteler.

Alp dağlarından çok daha harika bir manzaradan nasıl ayrılabilmekteler şaşmaktayım.

Evlerde dağdan gelen bal gibi tatlı, temiz su içilmekte.

Eşi de kendisi de öğretmen emeklisi olan kuzenim sabah kahvaltısına bahçedeki tandırı yaktı,

Dağdan topladığı otlarla tandırda gözleme yaptı, bazlama pişirdi.

Çevrede kışın terkedilmiş lüks villalar arasındaki en mütevazı evin balkonuna dağdan gelen güzel rüzgâr eşliğinde sofrasını kurdu.

Tepelerin tacı gibi etrafı altunî bir renkle donatan güneş, nasıl güzel ısıttı sofrayı.

Evde guzüne soba yansa da akşam balkona çıktık, Aralık ayında o sıcak munis esen rüzgârın türkülerini dinlemek için.

Nasıl yüreklere dokunmakta idi rüzgârın sesi.

Ecdat ekmek, su kadar havaya önem vermiş.

Şehirlerini, evlerini tepelere kurmuş,

Ürünlerini, rüzgârda kışlık olarak kurutup kaldırmış.

Çocukları, yüz yaşına yaklaşan annelerinin, o köyde sağlığına kavuştuğunu anlattılar. Şehirde yürüyememektedir nemden, yataktan çıkamamakta, sürekli yatmaktadır. Fakat dağların başında esen o temiz rüzgârı yaşlı kadın daha güzel anlattı;

“Buradan kaçmaktalar, kışın üşürüz diye, lakin benim yürümeyen hasta dizlerim burada canlanmakta, rüzgâr şifa olmakta dizlerime, ayaklarıma hız katmakta, şu küçük tepeyi her gün inip çıkmaktayım.”

Ayrılırken düşündüm de şehirde özleyebileceğim hiçbir şey yoktu,

Bozkırın ortasında yaşayabilirdim.

Yeter ki baktığım yerde apartman, asfalt yol, araçlar olmasın.

Dağ, deniz, ırmak güzelleri bile olmasa.

Karşımda tek bir ağaç,

Çıplak ovalar,

Yalnız bir çeşme,

Buğday tarlaları…

Kentin, insanı haşin hırpalayışlarındansa; temiz olan her sahra, kırsal alan, köysel çevre çok daha muteber benim için.