Birkaç yıl önce yayınlanan bir belgeselde bir ırmağın tanıtımı yapılmıştı. Irmak, denilen akarsunun görüntüsüne bakıldığında “dere”, “çay” adı daha uygun gibi gelmişti bana. Belki de kamera görüntüsü akarsunun tam olarak durumunu ekrana yansıtmamış da olabilir. Fakat akarsu, içinde yer aldığı bölgenin coğrafyası kadar tarihinde de biline gelmekteymiş, aynı zamanda bölge genelinde belli bir ünü de varmış. Asıl ünlenmesi, en küçük akarsuda bile bulunması mümkün olmayan bir özelliğinden kaynaklanmaktaymış. Birtakım abartmalara yer verilmiş olsa da, bu tür belgeseller, özellikle doğa belgeselleri kapsamında yer alanlarında, çeşitli doğa bilimleri alanında belli bir araştırma programlarının gerçekleştirilmeye yönelik olmalarıdır. Aynı durum hayvanlar ve bitkiler konusundaki araştırmalar bakımından da söz konusudur. Bu gibi alanların sadece bir sıradan meraklısı olarak, ama genel çizgileriyle bilimsel yaklaşımları gözeten bir çabayı ayırt edecek bir bakışla böyle olduğu kanısını taşıyorum. Almanya’da üniversitenin bir fakültesinin ilgili bölümünde mezun olur olmaz, Afrika’nın ormanlık bir bölgesinde yaşayan orangutanları araştırmaya koşan bir kadının on beş yılını onlarla geçirmesi, ancak bilimsel araştırma merakıyla ya da tutkusuyla anlatılabilir.
Söz konusu akarsu üzerine belgeseli yapanlar da aynı merakın izini süren araştırmacılar olmalıydılar. Yanılmıyorsam belgeselde Avustralya ya da Yeni Zelanda’nın birçok özellikleri yanında akarsuları da araştırılıyor olmalıydı. Fark ve benzerlikleri bakımından az veya çok temel ortak özelliklere sahip dünyadaki akarsulardan, o bir tek özelliğiyle ayrılan ve ünlenen akarsu, hidrolik bilimi açısından dikkatleri ve merakları üzerine çekmiş olmalıydı. O tek özellik, bu akarsuyu nerdeyse eşsiz hale getiriyordu. O da, içerisinde akla gelebilecek tek bir canlının yaşayamamasıydı. Bir başka ifadeyle, hayatın kaynağı ve vazgeçilmezi olan su, bu akarsuda o kadar saftı ki, adeta varlık nedeni olan canlılığı barındırmıyordu. Bilim açısından bu araştırılması gereken çarpıcı bir özellikti. Ayrıca, sahip olduğu “saf”lık canlılığı yok edici bir niteliğe dönüşüyordu. Dolayısıyla, birçok alanda olumlu bir nitelik olan “saf”lık, burada tersine dönerek canlılığa, yani hayata imkân vermiyor, olumsuz bir niteliğe bürünüyordu. Bu akarsuyun yatağında ve yakın yerlerde hemen hiçbir bitki türü yetişmiyor, balık kurbağa, kaplumbağa, yılan, böcek çeşidinden hiçbir tür yaşayamıyordu. Ama su, adeta laboratuvar şartlarında özel işlemlerden geçirilmişçesine “saf”tı, bir anlamda “ideal” suydu. Ancak canlılık ve hayatın oluşmasına imkân vermeyen bir “saf”lıktı bu.
Basit bir akıl yürütmeyle bile dünyada, doğada, varlıkta birbirine ve nitelikleri itibariyle karşıtlık açık seçik görülür. Kendi varlığımıza bir bakalım, duygu ve düşüncelerimizin karşıtlığıyla ne olduğumuzun farkına, idrakine, künhüne ya da özüne varırız. Acı olmasaydı, tatlının, keder olmasaydı, sevincin, inançsızlık olmasaydı inancın, düşmanlık olmasaydı dostluğun vb. ayırdında, farkında olamazdık. Yalnız yaşayamamızın imkânsızlığı, en basit ihtiyaçlarımızın sağlanması için “öteki”nin varlığı insanı toplum dediğimiz o “ilişkiler yumağı”na götürmüştür bizi. İçinde yaşadığımız toplumdaki “öteki”lerin bütünü bizim gibi duysa, düşünse ve hareket etmiş olsaydı, kendimizi nasıl tanıyorsak onları da öyle kabullenmek durumunda kalırdık. Kısaca, insan ve toplum yoksulu olmaktan kurtulamazdık. Bu bakımdan, Belçikalı Varoluşçu filozof ve oyun yazarı Gabriel Marcel, insanın varoluşunu, Sartre’a karşıt olarak topluma katılmasında ve toplumda da “öteki”ni kendini tanımasında zorunlu görmüştür. Aynı durumu farklı bir açıdan Necip Fazıl “Düşmanıma” beytinde; “Ey düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın;/ Gündüz geceye muhtaç bana da sen lazımsın!” diye ifade eder.
Toplum, belgeseldeki “saf” akarsu değildir, olamaz da, üstelik olmamalıdır da. Toplumun gerçekliğini, kendi sınırlı kavrayışımıza sokmaya çalıştığımızda, bir yandan onun gerçekliğini adeta gözlerimizi kapayarak yok ettiğimiz sanısına kapılırız, diğer yandan kendi varlığımızı yoksullaştırırız. Yani inancın, ahlakın, hukukun ilke erdem ve kurallarını ortadan kaldırırız. Fıtrata, doğaya, maslahata sırtımızı döneriz, ama insan olmaktan da istifa ederiz.