İpek Yolu dediğimizde karşımızda yeni bir harita ve aktörler var, maalesef idrak yok. Onun için atılan her adım bir önceki yalpalamanın bir başka versiyonunu ortaya çıkarıyor. Çünkü tarih, her zaman gürültüyle ilerlemez. Bazen suskun taşlar, yüksek sesle konuşur. Doğudan batıya uzanan o kadim hat da böyledir. İpek Yolu, yalnızca kervanların geçtiği bir ticaret güzergâhı değil; dünya tasavvurlarının, iktidar tahayyüllerinin ve medeniyet iddialarının kesiştiği bir bilinç hattıdır. Bu yol üzerinden sadece mallar değil, anlamlar dolaşıma girmiştir. Diller, inançlar, düşünce biçimleri ve ahlâk anlayışları bu hatta birbirine değmiş, dönüşmüş, çoğalmıştır.
Bugün İpek Yolu yeniden gündemde. Çin’in “Bir Kuşak, Bir Yol” adıyla sunduğu devasa proje, küresel sistemde yeni bir güç mimarisinin işaret fişeği olarak okunuyor. Ancak mesele yalnızca altyapı yatırımları, limanlar, demiryolları ya da finansman modelleri değildir. Asıl soru şudur: Bu yol, yeniden hangi anlamı taşıyacaktır? Haritalar çiziliyor, güzergâhlar belirleniyor; fakat bu hattın bir medeniyet iddiası var mı, yok mu?
Modern çağ, İpek Yolu’nu büyük ölçüde Batı’nın kavram setiyle yeniden adlandırdı. Ferdinand von Richthofen’in verdiği isim, masum bir tanımlama değil; Doğu’yu Batı’nın zihinsel koordinatlarına yerleştirme çabasının bir parçasıydı. Çünkü ad koymak, aynı zamanda hükmetmektir. İpek Yolu’nu yalnızca bir “ticaret yolu” olarak okumak, onu tarih dışı, ruhsuz bir lojistik hatta indirgemektir. Oysa bu yol, bir iktisat koridorundan çok daha fazlasıdır; bir dünya görüşünün dolaşım alanıdır.
Bugün Çin’in yaptığı tam da budur: Yolu yeniden inşa ederken, yolculuğu ihmal etmek. Çin’in yükselişi, kadim Çin bilgeliğinin dirilişi değil; küresel kapitalizmin Doğu’daki yeni vitrini olarak karşımıza çıkıyor. Konfüçyüs’ün ahlâkı değil, piyasanın disiplini; Tao’nun sükûneti değil, betonun hızı belirleyici. Bu nedenle Çin, İpek Yolu’nu bir medeniyet tecrübesi olarak değil, jeoekonomik bir enstrüman olarak ele alıyor. Harita var, fakat idrak yok.
Oysa İpek Yolu’nun tarihsel anlamı, tam da bu hattın jeokültürel bir bellek taşımasında yatıyordu. Budizm’in Hindistan’dan Çin’e, İslam’ın Orta Asya’dan Uzak Doğu’ya, Hristiyanlığın Doğu’dan Batı’ya uzanan seyri; yalnızca mekânsal değil, zihinsel dönüşümlere de işaret eder. Bu yol, farklı hakikat iddialarının karşılaşma alanıydı. Çatışmalar da oldu, sentezler de. Ama her durumda, bu hat canlıydı; düşünceyle doluydu.
Bugün sorulması gereken soru şudur: Bu yola kim anlam yükleyecek? Çünkü yolları inşa edenler değil, o yollar üzerinden hangi fikrin dolaşıma sokulduğu belirleyicidir. Bu noktada Türkiye ve İslam dünyasının konumu tali değildir. Aksine, tarihsel olarak bu hattın hem taşıyıcısı hem de dönüştürücüsü olmuş bir coğrafyadan söz ediyoruz. Türklerin doğudan batıya yürüyüşü, bir göç değil; bir medeniyet aktarımıydı. Buhara’dan Bağdat’a, Horasan’dan Konya’ya uzanan düşünce zinciri, İpek Yolu’nun kalbinde şekillendi.
Farabi, İbn Sina, Mevlâna, Yunus Emre… Bu isimler, bir coğrafyanın değil; bir zihniyetin ürünüdür. Ve bu zihniyet, iktidarla mesafeli, anlamla derin, adaletle irtibatlıydı. Bugün İpek Yolu yeniden konuşulacaksa, bu miras hatırlanmadan konuşulamaz. Aksi halde ortaya çıkacak olan şey, yeni bir sömürü güzergâhından ibaret olacaktır.
Dış politika, yalnızca çıkar hesaplarıyla değil, hafıza ve idrakle de yapılır. Eğer bu coğrafya, İpek Yolu’nu yalnızca Çin’in bir projesi olarak okursa, tarihin öznesi olmaktan çıkar, nesnesi hâline gelir. Oysa yapılması gereken, bu hattı yeniden bir medeniyet güzergâhı olarak düşünmektir. Ekonomik işbirlikleri elbette önemlidir; ancak şiir olmadan, fikir olmadan, ahlak olmadan kurulan her yol, eninde sonunda bir tahakküm hattına dönüşür.
Medeniyet, betonla değil; kelimeyle kurulur. Demirle değil; adaletle yaşar. İpek Yolu’nun geleceği de bu hakikatle yüzleşmeye bağlıdır. Aksi halde geriye, üzerinde çok şey taşınan ama hiçbir anlam taşımayan uzun bir yol kalır. Hoşça bakın zatınıza…