İnsana egemen olmak

Abone Ol

İnsan denilen canlı varlık söz konusu olduğunda, bin bir

çeşit sorunla, farklı durum ve keyfiyetlerle, birbiriyle çelişen ve çatışan

isteklerle, beklentilerle karşı karşıya kalınacağını öncelikle öngörür olmak

gerekmektedir.

Sosyal bilimciler, özellikle hukukçular, insanın bir

adada tek başına yaşaması durumunu örnek alarak, ikinci bir insanın bulunması

halinde bütünüyle farklı bir dünyanın ortaya çıktığını ve dolayısıyla bunun

ayrı bir olgu olarak incelenmesi gereği üzerinde dururlar. Bir anlamda bir tasarım

kurgulamasından hareketle toplum, yönetim, yönetilen yönetici ilişkisinin

tezahürü sayılan iktidar, devlet, daha genel olarak da kültür ve uygarlık

şeklinde nitelenen olguları temellendirmek isterler.

Bu bir açıklayıcı örnek veya metafor olarak tasarlanabilir

ve bir ortak payda şeklinde kabul edilebilir. Keza toplum, iktidar, devlet,

kültür ve uygarlık olgularının açıklanmasında, bu ortak paydaya dayanılması bir

dereceye kadar açıklayıcı da olabilir. Fakat bir adada tek başına yaşayan bir

insanın, insan olmasından kaynaklanan birtakım yetilerinin, yani duyma,

düşünme, merak etme, sorgulama etkinliğinin, inanma ihtiyacının atalet içinde

kaldığı herhalde söylenemez. Onun için insana ilişkin ve ondan kaynaklanan

sorunları, durumları, keyfiyetleri anlamaya ve açıklamaya çalışıldığında

birtakım sabiteleri göz önünde tutma gereği vardır. İşte bu gereği yerine

getirmek için başvurulan birtakım kavramlar ve kurumlar arasında ortaya çıkan

ilişkilerin nasıl bir dengede sağlanacağı önem taşımaktadır.

Sözgelimi insan, genel olarak düşünür ve bilim

adamlarınca belirtildiği gibi, ancak toplum denilen bir kurum içinde hayatını

sürdürmek zorunda olan bir varlıktır. Eğer toplumu, matematik açıdan tanımlamak

istersek, ihtimal matematiğin kavramlarına (toplama, çıkarma, bölme,

sınıflandırma) başvurmak zorunluluğu söz konusu olabilir. Nitekim matematiğin

kavramlarına yüklenen kesinlik ve mükemmellik nitelikleri burada işlevsel bir

rol üstlenebilir. Dolayısıyla, farkında olunsun veya olunmasın, bu durumda,

insan matematiksel bir kavrama, daha doğrusu sembole dönüştürülmüş olur. Oysa

insan, benzer ortak niteliklerine rağmen, birbirinden farklı, birbirine karşıt

duygu, düşünce, istek, amaç taşıyan bir varlıktır. Psişik, ruhsal yönü olan bir

canlıdır ve bunu matematiksel kavramlar içinde dengelemek başlı başına bir

sorundur.

Onun için sosyal bilimlerde ilişki kavramı ağırlık

kazanmış, hatta bazı düşünürler ilişki kavramı bağlamında, toplum diye

tanımlanan bir kendine özgür varlıktan söz edilemeyeceğini ileri sürmüşlerdir.

Evet, toplum diye anlaşılır kılmaya çalıştığımız şeyde somut olarak bir

ilişkiler ağı yla karşılaşıyoruz. Öyleyse, toplumu, onunla tanımlamaya

çalıştığımız iktidar, yöneten-yönetilen ilişkisini, devlet olarak

nitelendirdiğimiz, bir anlamda kurgusal varlığı yada kurumu bu temelde

kavramamız biz daha sağlıklı, doğru sayılacak sonuçlara götürebilir.

O halde, toplumda birbiriyle uyuşan ve uzlaşan duygular,

düşünceler, idealler, kararlar ve menfaatler olduğu kadar, birbiriyle çelişen,

çatışan ve mücadele eden duyguların, düşüncelerin, ideallerin, menfaatlerin

olabileceğini, daha doğrusu kaçınılmaz olarak bulunduğunu göz önüne almak

kaçınılmazdır. Uzlaşan ya da çatışan ve mücadele halinde toplumda mevcudiyetini

sürdüren ilişkileri, velev ki toplumdan kaynaklandığı varsayılan bir güçle

dengeye kavuşturmak istenilsin, bu toplumsal gerçekliği ifade etmez. Belki de,

bu gerçekliğin örtbas edilmesine, hatta inkâr edilmesine vardırır. Tabii, bir

de insan denilen varlığı kuran, gelişiminde rol oynayan ve değer olarak nitelendirdiğimiz

olgular ya da ide ler, ilkeler (din, ahlak, hukuk, estetik vb.) söz konusudur.

Bunlar ise, özellikle somut, zorlayıcılık ve şiddeti içeren maddi gücü, kendi

süzgeçlerinden geçirmeden, olduğu gibi kabul etmez bir mahiyeti içkindirler.

Belki, dışa yansıyan veçheleriyle maddi gücün zorlayıcılığı ve şiddetine karşı,

somut niteliğe bürünerek hemen tezahür etmeyebilirler. Ancak dıştan gelen

zorlayıcı ve şiddete dayalı maddi gücü mutlaka başka bir şekle dönüştürürler.

Bu dönüşmüş şekli kabul edip etmemeleri ayrı bir süreçte cereyan eder.