İnsan Özgürleşmekten Korkuyor

Abone Ol

Dünyaya geldiğimizde ihtiyaçlarımızı karşılamayacak kadar acizizdir ve annenin desteğine ihtiyaç duyarız. Fakat genetik kodlarımızda öylesine zengin istidatlarla donatılmışızdır ki, gün geçtikçe o küçücük beden bize dar gelmeye başlar. Ebeveynlerimizin özenle seçtikleri ismi, aklımızı, irademizi, vicdanımızı ve özgürlüğe açılan ufkumuzu dikkate almazlar ve çocuk diye hitap ederler. Oysa saatlerimizi özgürlüğe kurmuşuzdur ve koskoca bir evreni içimizde taşırız. Bedenimiz toprakla buluşurken ruhumuz yönünü özgürlüğe doğru döner ve esarete yatkın değilizdir. Fakat daha sonra baskın ideolojiler, çevresel faktörler, tarihsel alışkanlıklar, köhne gelenekler, özgürlüğe açılan ışığı söndürür ve dört tarafı kapalı bir mahzene hapsoluruz. Bu dar mahzenden çıkabilmek için çare arasak da bedel ödemeyi göze alamaz ve alışırız esarete.

İnsanın hareket ve eylem kabiliyetini kaybedip araçların gölgesine sığındığı bir çağda yaşıyoruz. Ve sanırım insanoğlu çağın hiçbir evresinde de bu kadar körleşme, ifade yoksunluğu ve esaret acısı yaşamadı, hürriyetine bu kadar büyük bir hınçla kast etmeye çalışan bir zihniyetle karşı karşıya gelmedi. İnsan özgür doğdu fakat onu bu alanda sabitleyecek olan değerler sanırım tarihin hiçbir döneminde bu kadar gaddar ve yıkıcı tavırlarla karşı karşıya kalmadı.

İyiliğin hapsedilip, kötülerin kahraman ilan edildiği bir dönemde insanlar dirençlerini kaybettiler ve esarete rıza gösterir oldular.

Ve… Görmekteyiz ki, bu karanlık esaret, tarihin kör zindanlarıyla, mevcut ideolojilerin bağnaz ve çıkarcı tuzaklarıyla, anlamsız taassuplarıyla, köhne gelenekleriyle, gösteriş, hırs ve vurdumduymaz, katı ve duyarsız kalpleriyle özgür ruhları hapsedip, köleleştiriyor. Bu karanlık esaret insanlığı, özgürleşmenin yegâne anahtarı olan tevhit çizgisinden uzaklaştırarak envai çeşit ilahların sultası altına girmeye zorluyor. Artık, inanma, güvenme, tapınma, sığınma, dua etme gibi en temel ihtiyaçların, geçici heveslere, maddi donanımlara, anlamsız vehimlere dönüştüğünü görüyoruz.

Mevcut kapitalist sistem ve ona bağlı olarak gelişen bilim, teknoloji, felsefe, sanat toplumları yönlendiren ne varsa kendi ruhunda bir tür inkâr ve nisyan görüntüsü taşıyarak bu çıkarcı çevrelerin emellerine hizmet ediyor, insanlığı yönlendiriyor ve etki altında arıyor. Özgürleşme ve çağdaşlaşma adı altında toplumların çıkmazlarını ve esaretini gün ben gün artırıyor ve toplumsal yalnızlığa yol açıyor. Kapitalist sistem toplumsal ve ulusal değerleri, yerel kültürleri, tarih ve gelenekleri dumura uğratarak adeta evrensel bir kabile dayatmasında bulunuyor. Bu anlayışın çizmeleri altında ezilen insanlık artık kendi etken şuur ve iradesini kaybederek, efsunlanmış düşünce ve eylemleriyle yozlaştırılmış biyomekanik bir varlığa dönüşüyor.

Allah’la ahitleşen ve zeka, akıl, güç, fizik ve aksiyon bakımından evrene hükmeden insan özgürlüğünden koparılarak kurgulanmış bir makineye, dilsiz bir aygıta dönüşüyor. İnsanın ruhu özgürlüğe -la ilaheye- karşı kanat çırparken, bedeni toprağın kör ve katı medeniyetlerine esir oluyor. Vicdanı ile hevesleri arasında sıkışıyor ve ne yazık ki kolay olanı seçiyor insan. Göğsünü zorlayan ağrıların korkularının esaretinden kaynaklandığını biliyor lakin öylesine dehşet korkular salınmış ki yüreğine özgürleşmekten kaçınıyor. Korkuyor, kendinden, her şeyden korkuyor…