İmam-ı Azam’ın “Fıkh-ı Ekber” risalesi

Abone Ol

İmam-ı Azam Ebû Hanife rahmetullahi aleyhin “el-Fıkhu’l-Ekber” risalesi, hem metod, hem muhteva hem de üslub bakımından ilk ve ihâtalı bir “tevhid-akaid” risalesidir demektedir akaid âlimi merhum Ali Nar Hocamız.

Gerçekten de Ebû Hanife rahmetullahi aleyhin, Ehl-i Sünnet inancının gerek fıkhının gerekse akaidinin oluşmasındaki rolü önemlidir ve bu yönüyle öncüdür.

El-Fıkhu’l-Ekber risalesi, İslâm akaidinin temelidir ve diğer bütün eserler bu temel üzerine bina edilmiştir. Akaid eserleri gerek risaleye yapılan şerhler gerekse sonradan yazılanlarla günümüzdeki şeklini almıştır.

İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin (r.a) bu kıymetli risalesinde bahsettiği temel imânî meselelerin bir kısmının özetini aşağıya derç ediyoruz. Geriye kalanlarına ise başka bir yazıda değiniriz nasip olursa.

İmam-ı Azam Ebû Hanife rahmetullahi aleyh der ki:

Tevhidin esası ve itikadın temeli şu ifadede toplanır: “Ben Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ölümden sonra dirilmeğe, kadere, yani hayır ve şerrin Allah’ın yaratmasıyla olduğuna, hesabın, mizanın, cennet ve cehennemin hak olduğuna inandım”.

Allah Teâla birdir. Ama sadece sayı ve miktar bakımından değil, ortağı ve benzeri olmaması bakımından tektir: “De ki, Allah birdir, ihtiyaçsızdır, doğmamış, doğurmamıştır. O’nun dengi olacak biri de yoktur” (İhlas Sûresi).

O varlıklardan hiçbir şeye benzemez. Yarattıklarından hiçbiri de O’na benzeyemez.

O başlangıçsızdır, sonu da gelmez.

İsim ve sıfatlarıyla ezelidir. Sıfatları, zati ve ezeli olur. Zati sıfatları ise yaratma, rızık verme, inşa, icad etme, yapma ve benzerleridir...

O, isimleri ve sıfatları ile ezeli ve ebedidir. Onun sonradan ne bir ismi ne sıfatı ortaya çıkar. Ezelde ilmiyle âlimdi... İlim onun ezeli sıfatıdır. Ezelde kudretiyle kadirdi. Kudret de O’nun ezeldeki bir sıfatıdır. Yine kelâmıyla mütekellimdi. Kelâm da onun ezeli bir sıfatıdır. Fiili ile faildir. Fiil de onun bir sıfat-ı ezelisidir. Fail kendisidir. Fiil, ezeli sıfat, mefûl ise mahlûkattır ki, Allah’ın fiili mahluk değildir. Bir kimse onun sıfatına mahlûk veya sonradan olma (muhdes) derse ya da pas geçse veya şüphe etse kâfir olur.

Kur’an, Allah’ın kelâmı olup mushaflarda yazılı, gönüllerde saklıdır. Diller onu söyler. Resulûllah’a nâzil olmuştu... Bizim onu teleffuzumuza gelince; bu da, yazışımız da, okuyuşumuz da mahlûk olduğu halde Kur’an’ın kendisi mahlûk olamaz...

Onun hiçbir sıfatı, yaratılmışların sıfatlarına benzemez. O bilir, bilmesi bizim bilmemiz gibi değildir. O görür, görmesi bizim görmemiz gibi değildir. O işitir, işitmesi bizim işitmemiz gibi değildir. Konuşur, konuşması bizim konuşmamız gibi değildir. Biz aletler, ses ve harferle konuşuruz. Allah ise böyle alet ve harfe, sese ihtiyaç duymadan konuşur. Harfler mahlûktur. Kelâm-ı ilâhi ise gayri mahlûktur.

Gazabı ve rızası da Allah’ın keyfiyetini bilemiyeceğimiz kemâl sıfatlarındandır.

Cenab-ı Hak, eşyayı yoktan yaratmıştır. Eşyayı ezelde, onlar hiç ortada yokken biliyordu. Varlıkları takdir edip, sırası geldikçe yaratan odur.

Ne dünyada ne de ahirette iradesi, ilmi, kazası, kaderi ve Levh-i Mahfuz’daki yazısı olmadan hiçbir şey olmaz. Fakat onun yazması hükümle değil, vasıfladır.

Kaza, kader ve meşiyyet keyfiyetsiz ve ezeli sıfatlarıdır. Allah Teâla, yok olanı yokluk halinde yok olarak bilir. Yarattığı zaman onun nasıl olacağını da bilir. Aynı şekilde; varlığı, var halinde var olarak bilir, nasıl ki yok olacağını da bilir. Allah ayakta duranı o halinde bildiği gibi, oturduğunu da oturur halinin nasıl olacağını da bilir. Ve bu (hali ve geleceği aynı anda bilmesiyle de) onun ilmi değişmez. Yeni bir bilgi de teşekkül etmez. Ama değişiklik ve tebeddül mahlûklarında meydana gelir.

Allah, her yarattığını küfür ve imandan arınmış olarak yarattı. Sonra onlara hitabetti (Peygamberler vasıtasıyla vahyetti). Onlara emirler verip yasaklar koydu. Bunun üzerine (inkâr edenler, iman edenler oldu). İnkârcı inkârında ve isyanında kendi fiilini işledi ama Allah’ın ona muvafakiyet vermemesi sonucu oldu. İnanan ise kendi fiili ile inanmasına rağmen tasdik ve ikrarı yine Allah’ın yardımı ve inayetiyle oldu...

Allah, Adem’in soyunu onun sulbünden, tohumlar halinde çıkardı. Sonra O’nu akıllı kıldı, ona hitabetti. İmanı emretti, küfürden sakındırdı. Bu (ruhlar âleminde) hepsi O’nun Rab olduğunu ikrar ettiler böylece (birinci safhada) hepsi mü’min olmuş oldu ve doğuşta hepsi bu fıtrat üzere doğdular. İşte bundan sonra küfreden fıtrâtını bozmuş oldu... İman ve tasdik eden ise fıtratını korumuş, ezeli ikrarını sürdürmüş oldu.

Ve hem O, yaratıklarından hiçbirini imana veya küfre zorlamadı. Hatta (tercihen, bu âlemdeki fiilleri gibi) kimseyi de mü’min veya doğrudan kâfir olarak yaratmadı. İmdi, iman veya küfür kulun kendi fiilidir. Ama Allah kim küfrederse o halinde onu bilir. Bundan dönüp iman edince de onu mü’min olarak bilir. Onun bu iman halinde bilip sever. İlminde de, sıfatında da bir değişme olmaz...

Kulun, hareket veya sükûn halinde olsa, tüm fiil ve tavırları kendisinin kazanması sonucu, gerçek işidir. Yaratıcısı ise Allah’tır. Ve bütün bunlar Allah’ın dilemesi, ilmi, kazası ve kaderi ile olur.

İtaâtin hepsi Allah’ın emri ile vacip olanlardır ve O’nun muhabbetiyle, rızasıyla olur. İlmi, meşiyyeti kazası ve takdiriyle olur. İsyan ise tamamı, O’nun ilmi, kazası, takdiri ve meşiyyetiyle (iradesi) olur. Ama O’nun muhabbeti, rızası ve emri ile olmaz.