Muhatabımızla iletişime geçtiğimizdeki üslubumuz bizi ele verir. Eskilerin deyişiyle küp, içindekini sızdırır. Biz eğer İslam ahlakıyla ahlaklanmamışsak karşıdakini değerli ve saygıya layık bir insan gibi görmüyorsak hiçbir zaman muhatabımıza ulaşacak frekansı tutturamayız. Biz ona ulaştığımızı zannederiz ancak o, kendini kapatmıştır ve hiçbir şekilde ulaşılamaz hale gelmiştir. Bizim yayın yaptığımız frekans onun alıcılarında bulunmuyorsa boş uğraşıyoruz demektir. Bu demek değil ki biz tebliğ, tanıtmayı uygun bir şekilde yaparsak karşıdaki mutlaka buna tabi olacak, dediğimizi kabul edecek ve bizimle birlikte olup dünyaya hakkın hâkim olması mücadelesine destek verecek, hayır böyle bir şey yok. Peygamberler bile karşıdakinin kabulü oranında ona ulaşabilmiş, ruhuna, kalbine, algısına nüfus edebilmiş, insanları ikna edebilmiş. Öyle bir garanti sonuç yok. Ancak tersi doğru, biz eğer itici ve sert, kaba bir üslupla yaklaşırsak hiçbir zaman başarılı olamayız, muhatabımıza da ulaşamayız. Tebliğcinin en önemli özelliği, sakinliği ve karşısındakini önemsediğini hissettirmesidir. İkna edici olan budur. Tartışmacı ve karşındakini yenmeye çalışan bir üslup hiçbir zaman başarılı olamaz. İslami-gayri İslami bütün kaynaklarda pazarlamanın en önemli unsuru olarak karşıdakini yenmeye çalışmamak gösterilir. Peygamber Efendimiz (sav) çekişmeyi, tartışmayı yasaklamıştır, hiçbir faydası yoktur. Hatta karşı tarafın nefsini tahrik ederek bizim daha da karşımıza geçmesine sebep oluruz. Bizim siyasi çalışmalardaki en önemli hatamız; karşımızdakini bilgi bombardımanıyla yenmeye çalışmamızdır, hâlbuki bu üslup hiçbir şekilde sonuç vermemektedir. Biz onu yenmek değil, ikna etmek üzerine bir konuşma kurgulamalıyız. Yani bir fikir kulübündeki gibi, bir kelam münazarasındaki gibi kısır çekişmeler, tartışmalarla değil, bir tezgâhtarın müşterisine malını satması gibi düşünülmelidir. Bizim bu malı karşı tarafa tanıtmamız lazım. Kırmızı seven bir adama kırmızının ne kadar da kötü bir renk olduğunu anlatmaya çalışmak ancak onunla bir hukukumuz, derin bir ilişkimiz, bir dostluğumuz varsa olur. Onun hastasına koşmuşsak, eşya taşırken ucundan tutmuşsak, cenazesinde bulunmuşsak, düğününe gitmişsek, çocuğunu elinden tutup bakkala götürmüşsek bizi dinleyebilir. Ama bunları yapmadıysak bizi dinlemesini ve köklü bir fikir değişikliğine gitmesini beklemek beyhudedir. Daha yüzeysel ilişki kurabildiğimiz, dostluk seviyesinde olmadığımız bu insanlara o zaman diğer renkteki malımızın rengi dışındaki özelliklerinden bahsederek o malı değerlendirmeye almasını sağlamamız gerekir. Bunu siyasi çalışmaya uyarlarsak, sevdiği lidere, partiye karşımızdaki tarafından hakaret olarak kabul edilebilir seviyede eleştiriler yapmıyoruz, bu zaten bilinen bir şey. Ancak üslubumuza dikkat etmeliyiz deyince birçoğumuz ben zaten hakaret etmeden konuşuyorum diyor, hakaret etmeden konuştuğu için üslubum uygun zannediyor. Hâlbuki bu yetmez, muhatabımızın sevdiği insanları dilimize dolamamız iletişimin kopmasına sebep oluyor. Bizim bunun yerine kendimizle alakalı noktaları açıklayacak, kendimizi sunacak bir söylem geliştirmemiz gerekir. Hiçbir şekilde başka partinin -iktidar olsun muhalefet olsun- liderine veya sevilen simalarına ne şahsiyetleriyle ilgili ne de icraatlarıyla ilgili şahıslarını baz alarak doğrudan bir yorum yapmak uygun değildir. Genel merkez seviyesinde bunlar üslubuna uygun bir şekilde tabii ki yapılacaktır, yapılıyor. Genel merkezimizin muhatabı diğer partilerin ve iktidarın idarecileri ve liderleridir. Bizim sahada muhatabımız ise karşımızdaki kardeşimiz, komşumuz, mahallemizin esnafıdır, akrabamızdır. Mahallemizdeki insanımıza genel başkanımızın Tayyip Bey’e veya diğer siyasilere veya bakanların icraatlarına yönelttiği eleştirileri yapamayız, muhatabı onlar değil çünkü. Peki bunların yanlış olduğunu söylemeyecek miyiz? Söyleyeceğiz ama şahısları karıştırmadan biz böyle yapılmasını doğru buluyoruz diyeceğiz. Biz onlara kendi doğrumuzu söyleyeceğiz, sevdiklerini dilimize dolamaya başladığımızda bütün iletişim kesiliyor, hiçbir gereği yok. Benzetmede hata olmaz, karşıdakiler kardeşimiz dedik ya, onun için yanlış anlaşılamayacağını düşünerek şöyle bir benzetme yapmak istiyorum. Peygamber Efendimiz (sav), Mekke’nin fethinden sonra Ebu Cehil aleyhine bile konuşmayı yasakladı çünkü Ebu Cehil'in oğlu alınmasın istedi. Ebu Cehil'in oğlu İkrime iyi bir Müslümandı, fetihten sonra Müslüman olmuştu. Fetihten sonra önce kaçtı Mekke’den, sonra Efendimiz’in izniyle döndü ve Müslüman oldu. Onun alınmaması için Ebu Cehil hakkında bile konuşturmadı Efendimiz, sahabeyi. Karşımızda Ebu Cehil olmadığına göre, bunların tamamı kardeşimiz olduğuna göre kelimeleri çok daha iyi seçmemiz gerekir. Ama biz tam tersi O’nun sevdiğini hedef tahtasına koyarak araya ciddi bir mesafe koymuş oluyoruz. Tekrar ediyorum; üslup deyince arkadaşlar ben zaten saygılı konuşuyorum diyorlar. İfademizin Cenab-ı Allah’ın Hz. Musa’yı Firavun’a gönderirken verdiği emirdeki “Ona yumuşak söz söyleyin” hitabına uyması için üslupta 3 bileşen aynı anda olmalı. Konuşmamızın, üslubumuzun uygun olduğunu söyleyebilmemiz için bu üçünün de bulunması lazım. 1. Yumuşaklık, kırıcı olmamak, sevgiyle konuşmak. Hele de kardeşiyle konuşuyorsa… İnsan hata etmiş kardeşine kızmaz, bilakis üzülür, onu sevdiğimiz için bundan memnun olmadığımızı hissettiririz. Konuşmalarda mutlaka sevgi olması, kendisini sevdiğimiz için gayret ettiğimizi anlaması lazım. 2. Yenmeye, mahcup etmeye, hatasını itiraf ettirmeye değil, ikna etmeye, sevdirmeye çalışmak. İnsan nefsine en zor gelen şey, hatalı olduğunu kabul etmektir. Yanlış söylediğini yüzüne vurulmasıdır. Karşıdakine bir çıkış noktası bırakmak gerekir. 3. Eleştirel değil, teklif sunar olmak. Zaten ortak noktada olduğumuz konulardan giriş yaparak doğrularımızı sunmalıyız. Biz ne hikmetse konuşmalara onlardan ne kadar farklı olduğumuzu vurgulayarak başlıyoruz. Ne kadar da yanlış bir giriş, ne kadar yanlış bir üslup ne kadar itici. Tam tersi olması lazım, çünkü hedefimiz yakınlık kurmak, itmek değil, bizim o kadar çok ortak noktamız var ki. En büyük hatamız; tepedekilerle tabandakileri aynı kefeye koymak. Siyasi partilerin taraftarları yukarıdakilere inandıkları için onları savunma ihtiyacı hissediyorlar. İtişmeye girmeyelim, biz kendimizi ortaya koyalım. Hadisteki “Müjdeleyin, nefret ettirmeyin” emri işte tam burada gerekiyor. Müjdeleyici olmak, umut vermek demek, yaptığının yapacağının ileriye doğru olumlu yansımalarını göstermek demek. Şahsi, manevi alanda ve toplumsal siyasi alandaki kazanımlarını insanımıza detaylıca anlattığımız, ön plana çıkaracağımız, ikna etme temelli bir söylem geliştirmeliyiz.