AH adalet, sen ne tılsımlı kelimesin! Söylenirsin şarkı gibi, dillerde güzelsin. Ne zaman yaşamak ya da yaşatmak istesek seni yerinden kaldırmaya kimsenin gücü yetmez. Herkesin kendisi için sevdiği güzel bir kız gibisin. İsteyenin çok, ama herkes kendisine. Şayet oğlumuz Adil ise kızımız Adalet’e münasip olabilir demişti babası. Oğlan hiç oralı olmadı. İstiyordu ki kız evlendiğinde kocası nereliyse oralı olsun. Çünkü oğlan adalete çok uzak bir yerde oturuyordu, birden fazla vasıta değiştirmesi gerekiyordu ona ulaşmak için. Sadece odasına Adalet kasabasının uzaktan çekilmiş fotoğrafını astı. Niçin uzaktan çekilmiş bu fotoğraf, diye soranlara, ‘ çünkü ben uzaktan akrabayım onunla’ diye cevap verdi.
Herkes burnunun dibinde iken bile göremedi ve çağırıp bağırdı ona: Nerde adalet?! Oysa herkesin bakışları yukarıda tepenin arkasından gelecek olana odaklanmıştı. Godot’yu bekler gibi bekliyordu kalabalıklar uzaktan gelecek olanı. Yakında olanın adalet olacağına kimse ihtimal vermedi. Çok yakında olan adalet değil ya felaket ya da kıyamet olabilirdi ancak. Hem kıyametin kopacağının küçük-büyük bir yığın alametleri var, adaletin geleceğinin niye tek bir alameti yok? Kıyametin acelesi var da adaletin niye yok? Herhalde onu karanlıkta kaybedip aydınlıkta aradığımız için olsa gerektir. Yakında kaybedip uzakta arıyoruz adaleti. Onu içinde kaybeden hiçbir yerde bulamaz; kendinde kaybedenin başkasında bulamayacağı gibi.
“Adalet mülkün temelidir.” Çok hoşumuza gitti bu söz. Ne de olsa mülkü mülkiyet sananlardık çoğumuz. Mademki adalet denilen şey biriktirdiklerimizi sağlama almaya yarıyor, öyleyse yaşasın adalet diye bağırmalıydık yüksek sesle. Öyle yaptık, ‘yaşasın adalet!’ diye yüksek sesle bağırdık; ama adalet hiç oralı olmadı. Hem biz adaletin sosyal olanına değil, asosyal olanına meftunduk. ‘Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul’ ile özetlenebilecek adalet sistemine ölesiye bağlıydık. Çünkü bu adalet mülkümüzü-mülkiyetimizi koruyordu. Nice sonra o mülkün bildiğimiz mülk olmadığı çıktı ortaya. Önce Hoca Dehhani girdi devreye: “Padişahlar dad ile mülkünü abad eyledi” diyordu. Anladık ki ‘dad’ adalet mülk ‘devlet’ demekmiş. Hz. Ömer’in söyleyip Atatürk’ün tekrar ettiği “Adalet mülkün temelidir” sözü de kuvvetini bu mülk yani devletten alıyormuş zahir.
Adalet için yürünebilir mi? Olabilir; lakin yürüdükçe adaletten uzaklaşma tehlikesini göze alabilirsen tabi. Ne kadar uzağa yürürsen o kadar aradığın şeyden uzaklaşmış olur, o yorgunlukla adalet diye ilk ele geçirdiğin şeye sarılmak zorunda kalırsın. Yürümek değil sürünmekten bahsedebiliriz belki. Zulmün sarmalından kurtulabilmek için çile çeker, çiğner, çiğnenir ve yerlerde sürünürsün. Bir şeyi ait olan yere yerleştirmenin adıdır adalet. Tersini yapmak ya da tersine razı olmak zulümdür. Konfor bozmak, müstekbirliğe mani olmak, kibir kulelerini yıkmak birilerinin rahatını kaçırsa da adaletin vazife alanına dâhildir.
Hepimiz mutlak adaletin âşıklarıyız. Ölüm sonrasına kapı aralamamız bundandır. Sadece boyumuzun ölçüsüne değil, teraziye de inanıyoruz. Birini tutup kolundan adalete teslim etmekle bitmiyor görevimiz topyekûn adalete teslim olmalıyız aynı zamanda. Vicdan en güvenilir ölçüt ve mikyastır. İnsaf vicdanın kardeşi ve dinin yarısı demektir. Her kim bu hasletlerini yitirmemişse adaleti kendi içinde tesis etmiş demektir. Kendine yapılmasa da başkasına yapılan fenalığı kendisine yapılmış gibi değerlendirir. Denildiği gibi ‘yapıya taş, sofraya aş, devlete baş gecikebilir; lakin adalet gecikmeye gelemez”. Geciken adalet adalet değildir. Dileriz adalet dillerde paslanıp, ellerde yaşlanıp yollarda yorgun düşüp, yolda kalıp gecikmez.