Yaz dönemleri, televizyon ekranları için en sıkıntılı dönemdir. Çünkü, yıl boyunca ekranları işgal eden ağır toplar olarak sınıflandırabileceğimiz tüm yapımlar, sezon finallerini yaparak tatile girmişlerdir. Dikkatinizi çekiyorsa, birkaç haftadır televizyon ekranlarında ikinci sınıf, hatta üçüncü sınıf olduğu her halinden belli olan diziler ve yapımlar arz-ı endam etmeye başladı. Cast ajanslarından kim varsa doldurulmuş, yaz döneminde çalışmak zorunda olan tiplerin doldurduğu diziler…
Amaçsız, izleyicilerin sırtından reyting ve gelir devşirmek için kurgulanan yarışmalar. Televizyonlarımızın izleyiciyi bilgilendirmek gibi bir amacı, ekranların sorumlu yayıncılık adına kurgulanmış bir nosyonu olmadığı için, yapılanları da seviye açısından kategorize edebilmemiz mümkün değil.
Sezon boyunca ekrana gelen yapımlar zaten arızalı bir zihniyetin ürünü. Ahlaksızlığı meşrulaştıran, içselleştiren, kötülüğü sıradanlaştıran yapımlar. İşin tuhaf boyutu, böyle bir yayıncılık anlayışıyla toplumu dönüştürmek için kurgulanan ekranlarda, tamamen paradoksal çıkarımlara da şahit olabiliyoruz. Biz bu noktaya nasıl geldik? Biz bu rezilliklere nasıl göz yumduk?
Siz değil misiniz, televizyon ekranlarında milleti dansöz olarak yarıştıran? Siz değil misiniz, gencecik kızları, ağzından belden aşağı esprilerden başka bir şey çıkmayan bir sunucunun insafına bırakıp, sahnede türlü türlü işleri yaptıran? Siz değil misiniz, dans yarışmalarıyla milletin başını döndüren? Bu noktaya nasıl geldik? Sizin arsızlığınız, para hırsınız, reyting tüccarlığınız, milletin sırtından SMS geliri devşirme arzunuz dolayısıyla geldik?
Küçücük kızlarımızı sahnede olmadık şekilde dans ettirenler de, zannettiler ki, “Bu bir eğlencedir, bu bir farklı aktivitedir”… Nereden bilsinler, sizin bir elinizle Hanya’yı, bir elinizle Konya’yı göstereceğinizi… İki yüzlüsünüz…
Bu zihniyetin argümanı şudur: “Millet istiyor, biz de veriyoruz”… Böyle bir şey yoktur… Onlar, kendi arzuladıkları bir dünyanın ve menfaat imparatorluğunun devamı için, halkın zihin yapısını ve algılarını dönüştürmek zorundadırlar. Frekansları bu dünyaya ayarlı ve tepkileri bu kanallardan belirlenen bir kamuoyu oluşturmak için çabalarlar. Bilgi toplumu olmak onların işine gelmez.
Çünkü, bilgi sahibi olan, yarın yorum da yapar, düşünce de üretir. Düşünmek, yorumlamak, zihin yormak onların işine gelmez. Televizyon ekranının karşısında lahana gibi yayılmış, sinirleri törpülenmiş, hiçbir şeye tepki vermeyen, tüm melekeleri dumura uğratılmış bir toplum onlar için en ideal toplumdur. Bu toplumu oluşturmak için tüm yöntemler kullanılmalıdır. Memleketi kendilerinin çiftliği gibi gören bürokratik irade de, hakim paradigma da böyle bir toplum yapısının kurgulanması yönünde medyayla sürekli işbirliği içindedir.
Bilgi çağında cehalete mahkum edilen toplum. Bizim adımıza düşünen, karar veren, uygulayan ve bilgiyi esirgeyen zihniyet. Bu nasıl bir dünya hikayesi zor! Onların kurgulamak istediği toplum, televizyonlardan, ana akım medyadan iktidarın hazır lop mesajlarını zihinlerine indiren, bu mesajlarla düşünmeyen, sorgulamayan, analiz etmeyen, soruşturmayan, her şeye eyvallah çeken bir toplumdur. Sadece görsel ve yazılı medya değil, sosyal medyadan da üretilen birbirinden zehirli mesajlar, bu ideal toplumun oluşturulması için ana unsurların kolonlarıdır. Günlerdir medyada tartışılıyor: Asgari ücrete temmuz ayında zam yapılacak mı yapılmayacak mı? Emeklilere seyyanen zam verilecek mi verilmeyecek mi? Açlık sınırının altında maaş alan, geçinebilmek için bin dereden su getiren, bütçelerini denkleştirebilmek için çarşı pazara akşam saatlerinde çıkıp çıkma sebze meyve alan, market market dolaşıp sofrasına bir şeyler koyabilmenin derdini yaşayan açlık sınırının altında yaşayan milyonlarca insan, neredeyse sürüngen haline getirilmiş… Böylesi bir tablonun bulunduğu ülkede, hiç kimse –mır, -mır etmekten başka bir şey yapmıyor. Dünyanın başka bir ülkesinde böylesine berbat bir ekonomi tablosu olsa, insanların yapacağı gürültüden iktidar hemen istifa etmek zorunda kalır. Ama bizim ülkemizde bir kesim açlıktan ölmek üzereyken, ehliyetsiz, liyakatsiz bir kesim ise ceplerini doldurmaktan başka bir şey yapmıyor. Ne diyordu şair, “Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, aksırıncaya, tıksırıncaya kadar yiyin”…