Hukuk ve kuvvet yanılgısı

Abone Ol

Açıklayıcı olabilecek basit bir benzetmeyle insanın kalbini inanç, yani din, aklını hukuk ve bedenini tıp ile ilişkili düşünebiliriz. Din, hukuk ve tıp, birer olgu olarak en bilgisizinden en bilginine kadar her insanın ilgi alanının başında gelen olgulardır. Sözgelimi dini reddeden bir kimse bile onun üzerinde ısrarla durur, ilkelerini tartışmaktan geri durmaz. Örneklerini bolca görmek mümkündür. Tanrıtanımaz olduğunu açıkça vurgulayan J.P. Sartre’ın edebi ve felsefi eserlerinde en temel sorun olarak dinin yer aldığını görürsünüz. Dedesinin, ki bilgin biri, küçüklüğünde kiliseye götürüşünü ve o andaki duygulanımlarını çarpıcı bir şekilde anlatır. Eleştiri ve reddedişleri sonraki dönemin akli değerlendirmeleridir.

Din, kaynağı itibariyle aşkın olduğu için, ilke olarak kabul ve red seçeneğiyle insanı muhatap alır. Buna karşılık hukuk ve tıp, din ile kaynak bakımından irtibatlı sayılıp sayılmamasına bakılmadan; özellikle somut uygulamaları temelinde daha serbest görüşlerin sergilendiği alanlar olarak belirirler. Dolayısıyla hukukun olsun, tıbbın olsun, verilerine karşı, özellikle hukuk bakımından yaygın bir kuşku ve eleştiri ortaya koymanın olağan olduğu kanaati söz konusudur.

Gerçekten, bizzat hukukun ne olduğu (quid ius) sorunu bir tarafa, onunla ilgili, daha doğrusu varlığının farkına varılmasına vesile olan “hak”, “hakkaniyet”, “adalet”, “sorumluluk” ya da “yükümlülük” gibi kavramlarının tanımı ve anlaşılması konusunda çelişik birçok görüşe ve değerlendirmeye rastlamak mümkündür. Üstelik bu kavramların somut insan davranışıyla ilişkilendirilmesinde, birbirine karşıt yaklaşımların rahatlıkla ileri sürüldüğü de bir gerçektir. Çünkü bu kavramlar, mahiyetleri gereği birer tasavvur, teknik ifadesiyle birer “ide”dirler. Bu tasavvurların çağrıştırdıkları izlenimler ya da algılar, büyük ölçüde insanın duygu ya da duyarlığıyla oluşmaktadırlar. Dolayısıyla değişik, birbirinden farklı, birbirine karşıt olmaları da daima ihtimal dahilindedir. Elbette bu bir algıdır ve hukuk olgusunun bütünüyle dışlamadığı, ancak kendi mahiyeti ölçeğinde düzenlediği bir insani unsur ya da veridir.

Yukarıdaki basit benzetme metaforunu dikkate aldığımızda hukuku insanın akıl yetisiyle ilişkili düşünmenin dayanılacak temel bir ilke olduğu söylenebilir. Doğrusu böyle bir yaklaşım, diğer iki yeti ve alan ile bağıntının mantıki bütünlük içinde kurulmasını da sağlayabilir. Bu bağlamda, benzetme metaforu temelinde dinin kalb ile ilişkisinin öznel bir mahiyet ve niteliği işaret ettiği söylenebilir. Elbette dinin insanın davranışını düzenleyen kurallar içerdiği yadsınamaz. Ancak dinin bu konuda önerdiği ya da ortaya koyduğu kurallar, artık hukuk kalıbı içinde bir anlamı işaret ederler. Sözgelimi yalan söylemek dini bakımdan “günah” olarak nitelenirken, hukuk kuralı haline dönüştüğünde “suç” tanımı içinde yer alır. Burada aynı olgunun öznellikten nesnelliğe dönüştüğünü hatırlatmak yerinde olur. Ancak hukukun “nesnel” olma niteliği, diğer iki yeti ve alanın varlık ve işlevlerinin korunması yanında geçerliliğinin güvenceye alınmasında belirleyici bir özellik gösterir. “Din ve vicdan özgürlüğü” ya da “sağlığın korunması hakkı”, salt kendi alanlarında kalarak nesnel bir nitelik kazanamazlar, bunu hukuk alanında geçerli kılma imkanı vardır ancak.

Öyle görünüyor ki, hukukun, bırakınız mahiyeti ya da niteliği üzerinde düşünmeyi, onun kimi zaman varlığını inkar etmede delil olarak kullanbılabilinen “kanun” olarak tezahür edebilme niteliğinden de uzaklaştırılmak istendiği söylenebilir. Unutulmasın ki, “kanun” hukukun kendi mahiyetini tezahür ettirmede başvurduğu yollardan biridir, varlığının bire bir göstergesi değildir. Bu konuda, bazı hukuk sosyologları “spontane hukuk”, “yaşayan hukuk” kavramının önceliğine ve önemine ısrarla vurgu yapma gereği duymuşlardır. Kimi zaman birtakım düşünürler, yazarlar yanında uygulayıcılar, özellikle siyasetçiler, hukukun varlığını unutarak “kuvvet”in belirleyici olduğu sanısına kapılmışlardır. Oysa “kuvvet” ne kadar büyük, etkin, sert ve sonuca götürücü gözükse bile varlığını meşrulaştırmak için hukuku tanımak zorunda kalmışlardır. Çünkü hukukun tezahürü bazen ihlal edilmesiyle kendini gösterir. Ama mutlaka varlığını kabul ettirir.