Hazine ortada dururken, bîhaberliğimiz

Abone Ol

Her bahar geldiğinde Kaz dağlarının bilgesini yine anımsarım. Rahmetli Afet Ilgaz’ı. Mart ayı gelince yazardı, Kaz dağlarının otlarını. Hodan,labada,ebegümeci,kazayağı,adaçayı, hindiba,karabaş otu. Bence de bacasız fabrika bütün o ters laleler, çiğdemler, kardelenler, fundalıklar, şifalı otlar.

Cennet gibi tepeler,uğultulu vadiler.

Doğal olanı sürdüren, gelenekleri yaşatan, eski üretim biçimlerini yaşatan, kırsalın krallığıdır bence. El tezgâhlarında ipek ya da buldan bezi dokuyan. Halılar, kilimler nakışlayıp, ipek böceği yetiştiren, yerel ürünlerini geçmişten geleceğe taşıyan. Hani ya Elazığ’ın ipekten iğne oyaları.

Yerli en eski tohumların derdine düşen, kimyevi madde kullanmadan buğdaylar, zeytinler, üzümler yetiştirmekte Hanaslı Ana.

Maraş işi sandıkların çeyizinde olmadığı, Kütahya işi seramik vazoların konsolunda taşımadığı evlere şaşılarak bakıldığı.

El dokuması harerlerin, heybelerin asılmadığı duvar,

Bakır sahanların dizilmediği yer sofraları,

Kanaviçe örtülerin sergilenmediği sedir,

Peşkirlerin, ibriklerin, lengerlerin, sinilerin durmadığı mutfaklar,

Kırlentlerin, yer minderlerinin, kamış yastıkların, bir müze gibi gülümsemediği evler,ne çok şey yitirmiştir. Ekşi maya ile odun ateşinde pişirilen Salihli köy ekmeğini İstanbul’da yapmak için ne uğraşmıştı Ayşegül.

Eskiciye satmayın gayrı el yazmalarını, eski çuhayı. İmece ve keçi peynirinin dönüşümünü izlediğinizde. Ya da domates tarlasını çapa ile salçaları kurduğunuzda. Tahtadan oyuncak arabalar, bez bebekler, söğüt çubuğundan düdükler.

Yöresel pazarlar.

Mardin’in taş evleri, üzerlik tohumları, minaresine leyleklerin yuva yaptığı eski mescitler, kabak çiçeği dolması, Ege otları, Harput’un omuz omuza vermiş halay çeken cumbalı evleri, orcikler, bağbozumları, zeytinlikler, turunçgiller, serviler, çınarlar, meşeler,

defneler, Süleymaniye’nin ahşap evleri, yıkık medreseler, ardıç ağacına başını yaslamış Sivas’taki Abdi Ağa konağı, gümüş söğütlükler, Diyarbakır’daki kerpiç evler, mavi çamlar, elde yapılmış erişteler, tarhanalar, Urfa’daki toprak evler, biber közlemeleri,

pekmezler, şerbetler, sapsarı yemyeşil altın gibi zeytinyağları, kurutulmuş kofikler, kekikler, naneler... Amasya’nın kaya evleri. Palamut, çinekop, istavrit, lüfer, çipura, levrek, mercan, kefal, tekir, orkinos, karides, midyeler, istiridyeler… Nevşehir in yeraltı mağaraları, Ihlara vadisi.

Karadeniz’in yeşili, mavisi. 

Bir hazinedir bu toprakların bağrında sakladığı.

Hatice Can’ın, İsveç’te çikolatalarla, tatlılarla hazırladığı çay masasında, asıl cazibeli ikramı annesi yaptı, elinde bir tepsi ile teşrif ettiğinde kim bakar rafine şekerli zehir çikolataların yüzüne. Konyalı teyze, dalından yere düşmeden toza toprağa bulanmadan, sadece bir günün güneşi ile kuruttuğu kayısı, şeftali, erik, üzüm kurularını bir şölen gibi ortaya bıraktığında, herkes hazinesini bulmuştu. Bu yüzden Ansy’den dönerken Fazilet’in saç yufkalarını, Belçika’dan gelirken Safiye’nin bazlamalarını getirmiştim. 

Egeli Nimet Teyze’nin, bir destan gibi hazırladığı, vejeteryanları şaşırtan ot köfteleri, otlu börekleri. Bahçenin bir köşesinde topraktan kafasını çıkarıp güneşin altında gülümseyen tanımadığım, künyesini bilmediğim otlara bakarken, bir kez daha anımsıyorum ot kültürünü insanlara aşılamaya çalışan rahmetli Afet Ilgaz’ı ve Kastamonulu, Giritli, Egeli çocukluk komşularımızı.