İnsan bu, işte bir kıvrımda kıvrıla kıvrıla hayat ile ölüm arasındaki güzergâhta ilerliyor. Hiçbir şey olduğu yerde durmuyor. İyi niyet ile daldığı uykudan kâbus gibi gerçeğe uyanıyor. İçinden her defasında; “olmamıştır, yapmamıştır, dememiştir” hüsnü zan’ı ile kendisini avutmak istiyor. Lakin günümüz dünyasında her şey çok hızlı biçim değiştiriyor; galiba insan bir yerden sonra, hakikatin yakasını bırakıyor ve inanmak istediği gibi inanıyor, görmek istediği gibi görüyor. İyi niyet temennileri ile adeta iğne ile yol kazıyor. Acısız sancısız bir yürüyüş için önce kendinden, sonra hakikatinden vazgeçiyor. Her vazgeçişle birlikte kendisine yeni bir rota, yeni bir refik ediniyor. Sadece kendisi ile yüz yüze gelecek her şeyi etrafından uzaklaştırıyor. Kurmaca hakikatine uygun aynasız bir dünya kuruyor.
Jean Baudrillard, ‘Kötülüğün Şeffaflığı’ adlı kitabında; “Artık inanmıyoruz; ama inanana inanıyoruz. Artık sevmiyoruz; yalnızca seveni seviyoruz. Artık ne istediğimizi bilmiyoruz, ama bir başkasının istediğini isteyebiliyoruz. İstemek, yapabilmek ve bilmek eylemleri terk edilmedi ama ikinci bir mercie devredilerek, genel olarak ilga edildiler. Zaten her halükarda ekranlar, videolar, röportajlar arasında artık yalnızca başkaları tarafından görülmüş olanı görüyoruz. Artık yalnızca görülmüş olanı görmeye muktediriz. Karar verme sorumluluğunu yakında bilgisayarlara bırakacağımız gibi bizim için görme sorumluluğunu da makinelere” devrediyoruz diyor. Bir nevi kaçtığımız her şey bizi sıkıştırıp, bir dairenin içine hapsediyor. Ne önümüze ne ardımıza bakabiliyoruz, günlerin getirdiği anlamsız gürültü kalabalığının içinde ilk önce kendimizden kaçıyoruz. İlk önce kendimize karşı doğruluğumuzu yitiriyor, saflığımızı kaybediyoruz. Sonra ne gündüz, gündüz oluyor ne de gece, gece oluyor. Bir aldatmaca oyununda hepimiz gözleri bağlı ebe oluyoruz ve çıngırak sesine doğru her hareket edişimizde bir birimizi yaralamaktan başka bir şey yapmıyoruz.
Yaralarımıza, içine uyandığımız günlerin karmaşasına baktığımızda karşımıza çıkan şey bize vaat edilen gerçeği bilmeden arayışımız, her bulduğumuzu zannettiğimizde hem gerçeğe hem kendimize yabancılaştığımızı görüşümüz… Ve de görmemezlikten geldikçe açığa çıkan tamamlanmama hastalığımız. Hakikat ile kendimizle yüzleşmektense bu sancılı, bu yapay ağır melankoli hali, arabesk gerçeküstücülüğü, bizi daha çok celbediyor. İçimizi ne temizler, dışımıza ne iyi gelir, bilmiyoruz. Ne zaman bizi sorumluluklarımız sarsar? Hangi felaket bizi silkeler?
Neyle uyanırız ki! Ne zaman kendimizi, “Nereye bu gidiş?” sorusunun muhatabı olarak görürüz. Bu ağır zulüm çağını, adaletsizlikleri, hukuksuzlukları, çifte standartlarla örülü birlikleri, güçlülerin hak dağıttığı sözde barış masalarını, insanlıktan azade çizilen sınırları; insan hakları stand-up’larını, kanla yazılan sit-com’ları ne zaman sorgularız? Ne zaman?
Sorumluluklarımızı kuşanmak için beklediğimiz nedir? Aldandığımızı kabullenemeyişimiz mi? Yoksa bu duruma alışmış olmamız mı? “Aldanma” diye bir şey yoktur. Sadece kendinden kaçma, kendinle yüzleşmeme vardır. O vakit bu kadar firak yeter! Kendimize o derin vicdanımıza geri dönmeye ve kendimizi muhasebe etmeye, irademizi ortaya çıkarmaya çalışmalıyız ki, geç kalmadan kendimize gelebilelim. Suriye’ de, Libya’ da, Mısır’ da, Yemen’ de, Arakan’ da, Filistin’ de serap bitti, uzun bir kış başladı. Hem de insanlığı derin donduruculara hapseden çok uluslu bir kış… Baharı yapay iklimlendirme olan bir kış… Bir çöl fırtınası, bir kar fırtınası uykusu gibi ölüme, yıkıma uyanılan bir kış. Böylesi bir kışın eşiğinde denize düşenin sarıldığı yılan derin bir uykunun habercisidir. Vekil, asıl olduğu için vardır. Ve bundan dolayı onun hakkını korumak, kollamak zorundadır. Ne ABD, ne AB ne de İsrail bizim için göremez, karar veremez. Bize yar ve dost da olamaz. Ayna hiç olamaz. Sadece koynumuzdan çıkan yılanın sahibi ya da uykumuzun kazananı olabilir. Şayet koynumuzdan çıkan yılanın sahibini bilmiyorsak, yılanla sarmaş dolaş olmaya devem edeceğiz demektir. Ta ki bizi sokana kadar… Ne yazık ki insan, hatırladığından daha çok unutuyor. Hoşça bakın zatınıza…
TAŞ GEMİ
Ben yurdumun en sert tütününden bir sigara yakıyorum
Dumanı ciğerlerime değil iliklerime çekiyorum
Ne kadar ürkek ceylan varsa asya çöllerinde
Domaniç yaylasında ne kadar dizginsiz at
Başlıyorlar kılcal damarlarımda koşmaya
Sıcak solukları yalarken anlımı toynaklarını hissediyorum alyuvarlarımda
(Dilaver Cebeci/Şimdiki Zaman Çekiminde Bir Mahkûma Mektup)
Not: Her dinleyişinizde dünyanın en güzel gülüşlü çocuklarını, şiir gözlü çocuklarını görürsünüz. İnsanı, kendi doğduğu topraklara götürür, toprağa daha yakın bir yere taşır. Bu hafta, Habib Koité’ den bahsediyoruz, bu hafta “Sinama Denw” i dinliyoruz. Kızıl bir bozkır neşesi, gülümseyen bir hüzün… Halil İbrahim, belki de bir avuç nota ile ruhumuzu örse yatırıyoruzdur, kim bilir! Belki, Ali Eyi de duyar.
Bize Kadar
Sadi Şirazi, Bostan ve Gülistan adlı eserinde der ki, “Nasihat dinle: Uzağı gören insanlar kimsenin gönlüne kin tohumu ekmezler.”
İmam Şafi, “İnsanların, darıldıktan sonra birbirlerinin ayıplarını ve sırlarını söylemesi, münafıklık alametidir” der.
Cemil Meriç, özetlemiş; “Kıyasıya bir savaştı bu, Haç›la Hilâl›in, Batı›yla Doğu›nun, iman›la inkâr›ın savaşı...”
Hz. Âşkî der ki; “Kasana, kesene, rütbene sarhoş olma! Üzüm sarhoşluğuna benzemez, teneşir tahtasında ayılırsın!”
Seyyid Ahmed Arvâsî, “Fenada korkmayız, ölümden asla!/Ölümün öldüğü diyar bizimdir” diyor. Sanki bugünleri, yarınları ve mücadele eden insanın ruh halini, iç mayasını anlatıyor.
Bu hafta önemine binaen altını çize çize kimimiz belki ilk kez, kimimiz tekrar “Çıkış Yolu II” kitabını okuyoruz. Sezai Karakoç külliyatının önemli köşe taşlarından birini…
Bu hafta filmimiz İbrahim Veli’den, “The Day After Tomorrow/Yarından Sonra” filmini izliyoruz. Güneyimizi daha güneye taşıyoruz. İzleyin, belki sonra konuşuruz.
Dağarcık
Bilgeye sormuşlar:
- Bir insanın zekâsını nereden anlarsınız?
- Konuşmasından.
- Ya hiç konuşmazsa?
- O kadar akıllı insan yoktur ki..!
TEKKE
Şeyh Sâdî Şirazi der ki;
“İki şey ruhumuzu karartır; biri konuşacakken susmak, diğeri susacakken konuşmak.”