Her insan kendi hikâyesiyle büyür, yaşadığı olaylarla gezdiği yerleri anlatarak önem kazanır ve öyle hatırlanır. Herkesin kendi hikâyesinde vazgeçilmez bir yan vardır ve bunun için hatıra, günlük veya gezilerini yazar. Bunlar da çoğu zaman yazarına veya dönemine bağlı olarak önemlidir ve bazen hem edebî niteliktedir, hem de belge değeri taşır.
Ben, hatıra, günlük ve seyahat edebiyatına böyle bakıyor, o bakımdan da önemsiyorum.
Bir edebiyatın kaynakları yaşanan hayat kadar bunun hikâyesi olan biyografiler, hatıra, günlük ve seyahatnameler olabilmelidir. Böyle olunca bir edebiyat yerli, milli ve zengin olur.
İnsanoğlu, ilk defa kendini idrak edişini, acı ve tatlı günlerini, aşk ve hüzünlerini, hasret ve kavuşmalarını hep bir özlemle hatırlar. Bazı olayları ya şuuraltının yönlendirmesiyle unutur, ya da müdafaa mekanizmasıyla farklı yorumlar. Bazen de duygusal tercihleri yüzünden yaşadıklarını veya gördüklerini büsbütün yanlış değerlendirebilir. Bunlar hatıraların belge değerini azalttığı gibi, metnin sahibini de güvenilmez biri haline getirebilir.
Yaşanmış tecrübedir bu; kim sevdiklerinize çatıyorsa kızmayın, onu bir şekilde gündeme getirerek sizin gibi onu veya onları sevenlerin sevgisini dirilterek daha çok hayata geçmesine yol açıyor. Hakkı savunabilmek için Büyük Doğu’yu çıkarıp tebliğ yolunda bir ömür çaba harcayan Necip Fazıl’a çamur atmaya çalışanlar, aslıda onu ölümünün 30. yılında gündeme getirerek meselesini anlatmak isteyenlere yardım ettiklerinin farkında değiller.
Hatıralar mahşerini bir karalama edebiyatına çevirenlerden uzak durmak elbette gerekli!
ÇOCUKLUK HATIRALARI
Herkesin çocukluğu başka bir maceradır. Kimine göre bu çocukluk dönemi cennet, kimine göre cehennem, kimine göre de sadece maceradır. Benim için de bu üçüncüsüdür ve başlı başına Türkiye tarihinin en ilgi çekici dönemidir: CHP-DP-27 Mayıs günleri, 15 yıl…
Benim çocukluğum biraz da Türkiye’nin demokratikleşme macerası ile birlikte başlar. Demokrat Parti iktidarı, ardın gelen 27 Mayıs ve darbeler tarihi biraz da benim hayatımın en canlı hatıralarını oluşturuyor. İlkokulu bitirince, babam benim okuma merakımı fark etti ve ben bu çocuğu sonuna kadar okutamam, devlet okutsun diye düşünerek kalifiye işçi yetiştiren KKK’ne bağlı Kayseri Anatamir Fabrikası Orta Sanat Okulu’na yazdırdı. 550 kişi arasından seçilmiş 50 kişiden biriydim ve bizim dönemden önce iki, bizden sonra da iki sınıf, toplam beş dönem boyunca 250 öğrenci alıp fabrikaya işçi olmamız için program yaptılar.
1959 yılında okula girdim, üniversite tahsili için ayrıldığımda yıl 1967 idi…
O günlerde Doğu Menzil Komutanı olarak Diyarbakır’da değil de Kayseri Orduevi’nde kalan General Faruk Güventürk, sık sık okullardaki öğrencilerle fabrikadaki işçileri toplar, kendine göre din ve Atatürkçülük tarifleri yaparak kitaplarını sattırır ve bu arada Necip Fazıl’la Said Nursi’yi eleştirirdi. Ben bu şahsiyetlerin önemini, onun küfürlü tanıtımlarıyla tanıdım. Bu kadar yanlış bir adam onları eleştiriyorsa, demek ki onlar önemli şahsiyetler dedim ve böylece, onları tanımak için kitaplarını aradım ve bulabildiğim eserlerini dikkatle okudum.
Bu arada, dışarıdan ortaokul denklik sınavlarını vererek o dönemde açılan Akşam lisesi’ne devam ettim. Çünkü bize verilen 115 liralık maaşı asker kökenli idarecilerimiz alıyor ve bizi evlerimize göndermeden Amerikan barakalarında yatırıp kaldırıyor, tepeden tırnağa giydiriyor ve yerdirip içiriyor, bize de haftalık 2.5 (iki buçuk) lira harçlık vererek idare ediyordu.
Ben lise yıllarında ders kitapları yanında Necip Fazıl’la Peyami Safa’yı tanımış, onların eserlerinden dünya klasiklerine yol bulmuştum. Dostoyevski, Shakespeare, Moliere, Çehov, İbsen, Strinberg ve Tolstoy gibi şahsiyetleri büyük bir heyecanla okumaya çalışıyordum. O yıllarda, özel ve kamu kuruluşlarının tiyatro turneleri Kayseri’ye geliyordu. Tiyatroyu sevdim.
Ulvi Uraz’ın baş rollerini oynadığı Haldun Taner’in Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım adlı oyunu ile Rıfat Ilgaz’ın Hababam Sınıfı’nı o günlerde seyrettim. Cüneyt Gökçer’in oynadığı Kral Oidipus adlı Yunan tragedyası ile Tarık Buğra’nın yazdığı Ayakta Durmak İstiyorum adlı oyunu Devlet Tiyatrosu kadrosundan seyretmek beni çok etkiledi. Tiyatronun hem uyarıcı ve hem de şahsiyet oluşturucu tarafı beni ilgilendirmeye başladı.
Dostoyevski, J.P. Sartre, Albert Camus ve Peyami Safa romanlarında bir felsefî görüş ortaya koyan romancıları daha çok benimsedi, önemsedim. Roman da tiyatro gibi önemli şeyler anlatmalı, olay örgüsünün arkasında, yazarın ortaya koymak istediği bir düşüncesi ve dünya görüşü de olmalıydı. Yoksa pek çok olay niçin yazılıp anlatılsın ki...
ÜNİVERSİTE YILLARIM
Edebiyat Fakültesindeki hocalarımdan olan Mehmet Kaplan ile Haldun Taner’den çok faydalandım. Daha öğrenciliğim ilk yıllarında rahmetli olan Mehmet Kaplan ile Faruk Kadri Timurtaş adlı hocalarım benimle çok ilgilendiler, şiirlerimle yazılarımı, hatta kitaplarımı daha yayınlanmadan okuyarak benim başarılı olmam için samimi gayret gösterdiler. Bu alakalarından ve hakkıyla hocalıklarından sık sık söz eder, onlara rahmet dilerim onlara
Mehmet Kaplan ile Haldun Taner’in başarılı buldukları Umut Suları adlı ilk oyun denemem, Şehir Tiyatrosu dramaturglarından biri çok beğenirken, ötekisi yadırgadığını söyledi. O günlerde Devlet Tiyatrosu dramaturgu olan Pınar Kür (Kolukısa) genç yazara şunu söyledi: “Sizin gibi genç bir yazara bu sözleri Devlet Tiyatrosu sahnelerinden söyletmezler!”
Evet, kamu tiyatroları bana 68 Kuşağı’nın arasında kavgayı değil, barışı ve diyalogu savunan oyunuma hayat hakkı tanımadılar, ama Şehir Tiyatrosu oyuncusu olan Yalçın Akçay bu oyunu MTTB Tiyatrosu’nda sahneye koydu ve oyun büyük ilgi gördü. Fakat tiyatro farklıydı!
O yıllarda tanıdığım Fethi Gemuhluoğlu, Türk Petrol Vakfı’nın Konyalı Lokantası’nda düzenlediği iftar yemeğinde ifade ettiği gibi, “1973 yılı Mustafa Miyasoğlu yılı oldu”. Umut Suları MTTB Tiyatrosu’nda sahnelendikten sonra, ilk şiir kitabım Rüya Çağrısı yayınlandı.
Birbiri peşinden Kaybolmuş Günler (1975) adlı ilk romanımla ve Geçmiş Zaman Aynası (1976) adlı ilk hikâye kitabım yayınlandı. Özellikle romanım çok ilgi gördüğü için hemen ikinci baskısı yapıldı ve TMKV ödülü de kazandı. Başarıların ödüllenmesi şevkimi artırdı.
Bu arada ben İzmit İmam Hatip Lisesi edebiyat öğretmenliğine başlamış, gençlerle ve tabii okuyucularımla daha sıkı temas içine girmiştim. Hisar, Türk Edebiyat ve Edebiyat dergilerindeki yazılarım yanında, Yeni Sanat dergisini yayınlayan arkadaşlarla beraberdik. Dergi yayınlayan arkadaşlar beşinci sayıda dergi evraklarını bir gece evime bırakıp gitmişler ve işi bize bırakmışlardı. Derginin abone borçlarını ödemek için bir takvim yılı kadar yayınladık ve bu arada ilk kısa devre askerlik fırsatını değerlendirdik. Dergi biz askerdeyken kapanmış oldu.
Bana göre asıl tahsil lise tahsilidir ve iyi liselerde okuyabilen öğrencilerin başkalarına göre daha şanslı olduğunu söyleyebiliriz. İyi liselerin elbette öğrencileri kadar hocaları da iyidir ve o sınıflarda geçen zaman insanın hayatında derin izler bıraktığı görülür. Okulda başlayıp sokaklarda ve evlerde süren muhabbet başkadır. Ergenlik çağında yaşanan her şey gibi aşk ve rekabet duygusu da gençleri çabuk olgunlaştırır. Buralarda edinilen bilgiler arasında ev ve mahalle kültürünü besleyen çok şey var. Bazı şeyler oralardan gelmiyorsa temelsiz olur.
1960’lı yıllardaki Kayseri Lisesi öğretmenleri geçekten de benzerine az rastlanan incelikli insanlardı. Tarih, Coğrafya, Edebiyat ve Felsefe hocalarımız yanında Matematik hocalarımızı da hep sevmişizdir. Coğrafya hocamızdan duyduğum, “Bir toplumun medeniyet seviyesi, o insanların tabiata hakimiyetiyle ölçülür” sözünün doğrulandığını her zaman gördüm. Bu derslerde edindiğim değer ölçüleriyle hayata ve çevreye farklı gözlerle bakmaya çalıştım.
Kitaplarla başlayan doğrudan ilişki, okulun ancak doğru bilgiye nasıl ulaşılacağını göstermesiyle olumlu bir çizgiye oturur. Yoksa ev ve aile hayatından kopuk bir bilgi yüküyle, temelsiz bir kültür hayatına sürgün olursunuz. Bizim nesiller biraz da böyle sürgün yaşadık.
Mahalle ve sınıf arkadaşlıkları çocukluk yıllarından başlar, ama özellikle lisede daha bir önem kazanır. Çünkü dünya görüşümüz, hayata bakışımız, çevremizi doğru değerlendirmemiz ancak lise yıllarında edindiğimiz bilgiler sayesinde olur. Bu arada her şey yenilenir ve evden sokağa, oradan da mahalle hayatına ve ülke yönetimine kadar tabii bir akış kazandığı olur.