Hâkim devletten hadim devlete

Abone Ol

Algı olarak, devlet hafızalarımızda binalardan müteşekkil olsa da, teşkilat ağı olarak tarif edilse de, sonuç itibarıyla bir bakışın, bir hizmet felsefesinin adıdır.

Nasıl doğdu, nasıl büyüdü? Zaman içinde evrildi mi, aynı mı kaldı? İlk insanla birlikte ne tür bir aşama geçirdi? Tarihi süreçte kendi başına güçlenmeye mi yöneldi, yoksa hizmet sektörünün ete kemiğe bürünmüş adresi mi oldu?

 Niye devletle yaşar topluluklar? Devletli olmak bütün toplumlarda övülmüş bir haldir. Devletli yaşamak medeniyet göstergesi olarak da izah edilmiştir. Peki, gerçekten devlet, ihtiyaçlardan doğdu ise, bugünkü farklı uygulamalarıyla, hizmetle yükümlü olduğu halkına… Yani topluluklara gerçekten, olması gereken hizmeti verebilmekte midir?

Yoksa başına buyruk, kendi kendine türediği inancıyla, güç gösterisinin merkezi mi olmuştur? Gelecekte, bu soruları çoğaltan bir nesil geliyor? Devlet, bireyin her bir şeyine karışan, terbiye eden, gerektiğinde birilerinin iddia ettiği gibi, babadır, döver de sever de, düşüncesiyle daha beter şişmanlaşan bir yere doğru mu gidecektir?

Hegel, devlet, özgürlüklerin temsilcidir, demiş. Russeau, toplumsal iradenin kendisidir, demiş. Farabi, fazilet yolu, hizmet yolu, olarak tarif etmiş. Platon, canlı bir organdır… İnsanlar tek yaşamayacaklarına göre, böylesi bir organizmaya kendiliklerinden ihtiyaç duyarlar… İhtiyaçları giderir, diye söylenir. Hobbet, insan insanın kurdudur, demiş… Kurtların birbirini yememesi için, bir hakeme ihtiyaç vardır… O hakemin adı, devlettir, diye haykırmış… İbni Haldun, devlet insan gibidir, demiş, bir ömrü var… Doğar, büyür, ölür, diye de eklemiş. Locke, devlet, aslında toplumun ortak sözleşmesidir, diye yazmış.

Farklı zamanlarda, farklı insanlar, kendilerince devlete mana vermişler, ona değişik ödevler yüklemişler.

 aşadığımız şu yüzyılda, devlet kademesinde temsil fırsatı bulanların, gücü kendi ellerinde toplama isteklerini… Bu gücü toplumla paylaşmama eğilimine girdikleri görüldüğünde, devletin içi de dışı da tartışılmaya başlanıyor.

Sahiden, devlet, insanların özgürlüklerini, yaşam hakkını… Temel hak ve hukukunu korumakla yükümlü iken, cari gidişte, şişmanlaşma, eli kırbaçlı hale gelme özelliğini nerden edindi? İnancımız… İslam … Kur’an… İnsanı hidayete götürecek o pınarın sesi, o ne diyor?

Devletin esası, KÜVVETİN KANUNDA TOPLANMASIDIR. ADALETTİR… İSTİŞAREDİR… LİYAKATTIR… SOSYAL DANAYIŞMADIR.

Hakikat böyle iken, yaşanan örneklere baktığınızda, içiniz cız ediyor. Üzülüyorsunuz. Başa geçenler, devlet aygıtını yönlendirenler, ne yazık ki, bulundukları yeri daha çok kavileştirmek uğruna, aslında kendilerini yarınlara taşımak adına, devlete değişik renkler ve manalar katmaktan kendilerini alamıyorlar.

Olan topluma… Millete oluyor.

Hizmetle yükümlü devlet, hâkimiyet kurma sevdalısına dönüşüveriyor. Araç olan devlet, amaca dönüşmüş oluyor… Ve hoş olmayan bir gidiş başlıyor yeryüzünde... İnsanlık mutsuzluk hikâyeleriyle birlikte, umutsuz yarınlar çoğaltıyor ajandasında.

Bu gidişi değiştirmek gerekiyor… Ödev sahipleri ise, akıl sahipleridir.