Haavara’dan Sydney’e: Siyonistler Yahudileri de kurban eder mi?

Abone Ol

Gazze’de yürüttüğü insanlık dışı soykırım ve vahşi saldırılar ile birlikte siyasi ve ahlaki eleştirilerin odağına yerleşen Siyonist hareket, tarihsel süreciyle birlikte ama farklı yönlerine temas edecek şekilde incelenmeyi hak ediyor.

Hedefine ulaşma konusunda her türlü adımı atmaktan imtina etmeyeceği aşikâr hale gelen Siyonist saldırganlığın, ihtiyaç durumunda Yahudileri dahi öldürmeyi göze alıp almayacağı meselesi bu farklı yönlerden birisini oluşturuyor. Özellikle Sydney saldırısı sonrası bu konu zihinlerde önemli ölçüde yer etti. Ben de bugün, sınırlılıklarını da düşünerek köşenin el verdiği ölçüde bu konuya öz itibarıyla, bir örnek olay üzerinden, değinmeye çalışacağım.

İlk olarak şunu belirtmek gerekiyor. Siyonist çevreler tarafından yukarıda zikredilen iddialar doğrudan reddediliyor olsa da kritik dönemlerde yaşanan kritik olaylar ve bu olayların seyri, iddiaların ciddiye alınmasının mecburi olduğunu da bizlere ispat ediyor.

Elbette tüm dünyanın gözü önünde açıkça sivilleri vahşi bir şekilde öldürmekten çekinmeyen saldırgan bir zihniyetin kendisinden kurbanlar vermesi beklenmedik, olağandışı bir davranış değildir. Nitekim terör örgütlerinin, ideoloji ya da strateji gereği kendi elemanlarını “gözden çıkarılabilir” olarak görmesi bilinen bir durumdur.

Kuruluş sürecinden itibaren terör, pusu, alıkoyma, katliamlar ve buna hizmet eden örgütlerle varlığını şekillendiren Siyonist saldırganlığın ideoloji ve strateji gereği bu tarz kurbanlar verdiği yönünde güçlü eleştiriler Yahudi çevreler tarafından da gündeme getirilmektedir.

Bu konuda verilebilecek en önemli örnek hiç kuşkusuz Haavara Anlaşması’dır. Haavara Anlaşması, Nazilerin Yahudilere yaptığı soykırım anlatısının tam aksi yönünde bir bilgiyi içermesi nedeniyle Siyonistlerin konuşulmasından bile rahatsızlık duydukları, bu yüzden de adeta görünmez kılmaya çalıştıkları bir konudur. Ama tarihte hiçbir şey gizli kalmamaktadır.

Adolf Hitler, iktidara gelir gelmez 1933 yılında Alman Siyonist teşkilatıyla resmi olarak Haavara Anlaşması’nı imzalamıştır. Bu bir iddia değil, resmi bir anlaşmadır. Dünya Yahudileri her ne kadar o tarihlerde Nazi boykotu yapıyor olsalar da Alman Siyonist teşkilatı Hitler ile doğrudan anlaşma yapmaktan ve boykotu delmekten çekinmemiştir.

Haavara, transfer anlamına gelmektedir. Anlaşma, Almanya’da yaşayan Yahudilerin Filistin’e göç etmesinin önündeki engellerin bizzat Hitler Almanya’sı eliyle kaldırılmasını, böylece işgal ettikleri Filistin topraklarında yerleşim için lazım olan insan kaynağının Filistin’e transferini içermektedir.

Dünya Siyonist Kongresi’nin bütün çağrılarına rağmen Avrupa Yahudilerinin Filistin’e göç konusunda uzun süre direnmesi karşısında Haavara anlaşması sonrasında yaklaşık yüz bin kişi gibi büyük bir nüfusun Filistin’e göç ettirilmesi ki, Siyonist bir devletin kurulabilmesi için bu insan kaynağına ihtiyaçları vardı, Hitler ile Siyonistler arasında en azından çıkar birlikteliği olduğuna işaret etmektedir. Bir yanda Yahudileri Nazilerden kurtarma görevi, diğer yanda Filistin’de Yahudi devleti kurma görevi arasında Siyonistler tercihini ikincisinden yana yapmıştır.

Arkasından da bilindiği üzere Holokost olarak adlandırılan süreç yaşanmıştır. Ancak bizzat Yahudi eleştirmenler Siyonist hareketin tercihinin Holokost sürecinde de benzer şekilde devam ettiğine dair güçlü itirazlar yükseltmişlerdir.

Örneğin bu iddiaların temel dayanaklarından birisi; Holokost’un savaş sırasındaki Siyonist basın da doğru dürüst ele alınmaması, üçüncü sayfa haberi gibi görülmesi üzerine kuruludur. Benzer şekilde Nazizm’in zaferinin, Avrupa Yahudilerinin Filistin’e göçüne yol açan “verimli kuvvet” olarak görülmesi, Siyonist yönetim için diaspora Yahudilerinin “insan malzemesi” olarak işlev görmesi ve en iyilerin ayıklanıp Filistin’e getirilmesi gibi söylemler bizatihi Yahudi araştırmacılar, gazeteciler ya da akademisyenler tarafından dile getirilmiştir. İnsan malzemesi ile kastedilenin ne olduğu bariz bir şekilde anlaşılıyordur sanırım, istemeden ölenlerden bahsedilmiyor, aksine gözden çıkarılabilir kabul edilen ama aynı zamanda ölümü stratejik açıdan faydalı olarak görülenlerden bahsediliyor. Siyonist eleştirmenler dahi olayı en azından “utanç verici bir pazarlık”, “ahlaki ikilem”, “trajik pazarlık” şeklinde sınıflandırmaktadırlar.

Son dönemde Sydney’de yaşanan saldırının olası bir MOSSAD operasyonu olup olmayacağı yönündeki tartışmaları bu zaviyeden okumakta yarar bulunmaktadır.

Böyle bir şey mümkün müdür? Elbette mümkündür. Aksa Tufanı’nda yediği tokadın şokuyla şuurunu kaybeden ve Holokost propagandasıyla oluşturduğu “mağdur Yahudi” imajını son iki yılda kendi eliyle yerle bir eden Siyonistlerin yeniden imaj toparlama çabasına girmesi her zaman ihtimal dahilindedir. Bunun için kendi kurbanlarını “harcaması”, ideoloji ve stratejinin bir gereği olarak görülmelidir.