Gücün sessiz çehresi

Abone Ol

İnsanın en kırılgan yanı, kendini başkalarının sözlerinde aramasıdır. Bir bakış, bir cümle, bazen bir fısıltı… Kişi bütün varlığını onlara teslim ettiğinde, rüzgârın önündeki yaprak gibi savrulur. Oysa sözler yalnızca yankıdır; onları kuvvetli kılan, bizim içimizde açtığımız boşluktur. Başkalarının onayına yaslanan benlik, her an yıkılmaya hazır bir yapıdır; en küçük sarsıntıda dağılır, en basit eleştiride çöker.

Gerçek güç, öfkeyle haykırmakta değil, susabilmekte saklıdır. Bizi güçlü kılan kaslarımız değil, irademizdir. Nefesimizi tutup sabrettiğimizde, kalbimizdeki fırtına diner; gözlerimiz daha berrak görmeye başlar. Kendini tutabilen insan, kendi kaderini de tutar. Çünkü kendisine hâkim olan, artık kimsenin oyuncağı değildir. Dış dünyanın gürültüsü, iç disiplini olmayan için buyurgandır; fakat iç dünyasını inşa etmiş olan için yalnızca bir arka fondur.

İrade, modern çağda en çok unuttuğumuz erdemlerden biridir. Hızın, hazların ve anlık tepkilerin yüceltildiği bir dünyada, kendini tutmak zayıflık gibi sunulur. Oysa tam tersidir: Kendini tutabilen, zamanı tutar; zamanını tutabilen ise hayatını. Öfkesini erteleyebilen insan, aklını öne alır; aklını öne alan insan da adalet duygusunu diri tutar. Böylece bireysel olgunluk, ahlâkî bir istikrara dönüşür.

Bireyin içindeki bu sessiz güç, topluma da sirayet eder. Zira öfkesine teslim olmuş kalabalık, kolayca yönlendirilen bir sürüye dönüşür. Tepkiyle hareket eden kitleler, düşünmez; düşünmediği için de sorumluluk almaz. Bu yüzden tarih, bağıran ama inşa edemeyen kalabalıkların enkazıyla doludur. Oysa sabırla düşünen, mantıkla konuşan ve öfkesini adaletin terazisine koyan bir topluluk, kendi varlığını korur.

Böyle bir toplum, ne kışkırtmalara ne de yalanlara teslim olur; çünkü her birey kendi iç disiplininin muhafızıdır. Duygularını yönetemeyen bireylerin oluşturduğu bir toplumda hukuk zayıflar, adalet keyfileşir, hakikat gürültü içinde kaybolur. Buna karşılık, iç dengeyi önceleyen bireylerin çoğunlukta olduğu bir toplulukta adalet kök salar, bilgelik filizlenir, toplum direnç kazanır. Direnç, sertlikten değil; tutarlılıktan ve ahlâkî süreklilikten doğar.

Ve evrensel bir hakikat bize fısıldar: Kendi nefsine hâkim olamayan, dünyayı da yönetemez. Doğunun mistikleri nefsi terbiye edenin özgürlüğünden söz ederken, Batı’nın filozofları aklı rehber edinenin olgunluğunu vurgular. Biri iç arınmaya, diğeri düşünsel disipline işaret eder; fakat vardıkları sonuç aynıdır. İki ayrı coğrafya, tek bir gerçeğe işaret eder: Gücün özü dışarıda değil, içeridedir.

İç fırtınasını dindiren insan, yalnızca kendi huzurunun değil, yaşadığı dünyanın da mimarı olur. Çünkü huzur bulaşıcıdır; tıpkı öfke gibi. Sükûnet, çevresine düzen yayar; öfke ise kaos. Bu nedenle en büyük toplumsal sorumluluk, insanın kendi iç dünyasını imar etmesidir. Kendini yönetemeyenlerin kurduğu düzenler uzun ömürlü olmaz; fakat kendini yönetebilenlerin inşa ettiği toplumlar, zamana direnir.

Gücün sınavı, elde edilmesinde değil, taşınmasındadır. Güç, ahlâkî bir zeminle buluşmadığında taşıyıcısını yüceltmez; aksine onu aşındırır. Kendini denetleyemeyen bireyin gücü, bir süre sonra başkalarını denetleme arzusuna dönüşür. Bu noktada güç, bir imkân olmaktan çıkar; bir tahakküm aracına evrilir. Oysa gerçek kudret, başkaları üzerinde kurulan hâkimiyette değil, kişinin kendi sınırlarını bilmesinde tecelli eder. Öfkesini yönetemeyen insan, gücü de yönetemez. Çünkü öfke, gücü hızlandırır ama yönsüzleştirir. Hızlanan fakat yönünü kaybeden güç, adaleti ıskalar. Bu nedenle tarihte en yıkıcı iktidarlar, en çok bağıranlar arasından çıkmıştır. Sessizliği bilmeyenler, ölçüyü de bilemez. Ölçüsüz güç ise er ya da geç meşruiyetini yitirir.

Burada belirleyici olan, gücün kaynağı değil, onunla kurulan ilişkidir. Gücü bir emanet olarak gören ile onu bir hak gibi sahiplenen arasında derin bir fark vardır. Emanet bilinci, kişiyi sorumluluğa çağırır; sahiplenme tutkusu ise kişiyi kendine kapatır. Gücü emanete dönüştüren şey, ne hukuk metinleri ne de kurumsal çerçevelerdir; onu taşıyan öznenin iç terbiyesidir.

Hakikat ise bu terbiyenin dildeki sınavıdır. Hakikat, yalnızca bilinen bir şey değil, taşınan bir yüktür. Onu dile getirmek, salt bir ifade eylemi değil; ahlâkî bir tercihtir. Çünkü her söz, söylendiği anda artık yalnızca konuşanın değil, yankılandığı dünyanın da parçası hâline gelir. Dil, bu nedenle masum değildir. Hakikatle kurulan ilişki, dili ya bir aydınlanma aracına ya da bir örtme tekniğine dönüştürür.

Hakikatten kopan dil, gürültü üretir; hakikate yaslanan dil ise sessiz ama derin bir etki bırakır. Çok konuşmak, her zaman çok şey söylemek değildir. Söz çoğaldıkça anlam seyrelir; anlam seyrekleştikçe sorumluluk da kaybolur. Bu yüzden hakikat, en çok ölçülü dillerde barınır. Hakikati söylemek cesaret ister; fakat onu taşıyabilmek olgunluk gerektirir. Çünkü hakikat her zaman alkışlanmaz. Çoğu zaman rahatsız eder, konforu bozar, ezberleri dağıtır. Bu noktada sorumluluk belirir: Hakikat, yalnızca işimize geldiğinde mi savunulur, yoksa bedeli olduğunda da mı?

Toplumsal düzlemde hakikatten kopmuş bir dil, gerçekliği kanaate; kanaati ise güce teslim eder. Güçle desteklenen kanaat, dogmaya dönüşür. Dogmanın hüküm sürdüğü yerde eleştiri susar, adalet zayıflar. Oysa hakikate sadık bir dil, toplumu diri tutar; ortak aklı besler, gücü sınırlı, adaleti mümkün kılar.

Bize düşen, öfkenin geçici ateşine kapılmak değil, sabrın uzun soluklu ışığını taşımaktır. Sözler rüzgâr gibi geçip gider; sloganlar unutulur, bağırışlar diner. Geriye yalnızca irademizin, dilimizin ve sorumluluğumuzun bıraktığı iz kalır. Ve o iz, hem bireyin hem de toplumun geleceğini çizen yoldur. Sessiz ama derin, sakin ama sarsılmaz bir yol… Gücün gerçek çehresi, işte tam da orada belirir. Hoşça bakın zatınıza